İstikamet Ehli

istikamet

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…İpliği güzel bir şekilde eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın!” (Nahl, 92)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Her ne kadar tam olarak yerine getiremeseniz bile istikamet üzere olun.” (İbni Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû 2; Muvatta’, Tahâret 36)

Hz. Ebu Bekir istikameti Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, Hz. Ömer, emir ve yasaklar üzere dosdoğru hareket etmek; tilki gibi sağa sola yalpa yapmamak, Hz. Osman ameli Allah için riyadan uzak yapmak, Hz. Ali, doğru ve düzgün olmak; amel, söz ve özünde hata etmemek, diye tarif eder. Buna güç yetirmek kolay iş değildir.
İnsanoğlu hayat yolunda kendine talim edilen kuralları uygularken içten ve dıştan birtakım baskılarla karşılaşır. İçten gelen baskıların başında nefs vardır. Nefs daima “ben” merkezli düşünmeyi ve her meselede “ben”i öne çıkarmayı telkin eder. Dolayısıyla insan çıkar ilşkileriyle nefsani isteklerinde bu baskıyı fazlaca hisseder. Nefsanî isteklerin başında şehvet, hubb-i riyaset ve şöhret gibi zaaflar gelmektedir. Bastırılmış halde bulunan ve kontrol altında tutulan bu nefsani duygular, insanın mal ve makamla sınandığı zamanlarda; ya da bir başka ifade ile zengin olduğu veya kendisine idari bir takım tasarruflar sağlayan mansıb verildiğinde kuvvetle ortaya çıkmaktadır. (Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, Altınoluk Dergisi Şubat-2010, Erkam Yay.)
Bütün güzellikler istikametle kemal bulur. O olmayınca bütün güzellikler çirkinleşir.

Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Aliyy: Pek yüce olan, beşerî tasavvurun tahayyül edeceği her şeyin ötesinde ve üstünde olan, kendinden daha üstün hiçbir şey olmayan, izzet ve şeref bakımından hükümranlığı ile en yüce olan demektir.

Günün Nasihati

İstikametten şaşmamak için nefsimizle, etrafımızla mücadele etmekte kolaylıklar bulmak kendi kendimize zulmetmemek için gereklidir. İlk evvela kötü arkadaşlardan ayrılmak, bizi günah işlemeye sürükleyen, vesile olan mekanlara gitmemek, sohbet meclislerine devam etmekle çözümler üretmeliyiz. Hata yapacağımız zaman bizleri uyaracak salih arkadaşlar edinerek kolaylaştırabiliriz. “Asra andolsun ki, hiç şüphesiz insan hüsrandadır. Ancak iman edenlerle salih amel işleyenler, bir de birbirine hakkı tavsiye edenler bunun dışındadır.” (Asr Suresi 103/1-3) diye buyuran Rabbimizin sözlerini unutmayalım.
Zira, bizleri sürekli öven değil, gerektiğinde şiddetle uyaran kişiler asıl dostlarımızdır. Halkın içinde Hak ile nasıl birlikte olunur öğrenmek ve reçetelerini uygulayarak istikamet üzere yaşamak nasip olsun cümlemize.

Örnek Muallim Hz. Peygamber

Doç. Dr. Adem Apak
Hz. Peygamber’in muallim olarak incelenmeye değer oluşu, evvela onun toplum üzerindeki tesirinin başlamasından sonraki devrenin, öncekine göre çok değişik ve zengin bir eğitim faaliyeti ile dikkati çekmesindendir. Gerçekten iptidaî bir kültürün babalardan çocuklara daha çok taklitle intikal ettiği bir toplumda, Hz. Peygamber’in aldığı ilk vahiyle birdenbire yeni değer ve kuralların benimsetilmesinin ve öğretilmesinin önemli bir konu olarak ortaya çıktığı görülür. Allah Rasûlü bu yeni kültür ve manevî değerlerin tebliğ ve benimsetilmesi işindeki rolünü açıkça “muallimlik” olarak belirlemiş, yeni dünya görüşü içinde, önceden önemsiz birçok kelime canlılık kazanarak, insan ve eğitim kavramları etrafında manalı ve tutarlı bir sistem oluşturmuştur. Böylece okuma, yazma, kalem, kâtib, muallim, mektep, öğretim, kalb, inanç, davranış vb. kelimelerin önem kazandığı canlı ve yepyeni bir zihniyet ve anlayış gündeme gelmiştir.
Muallim kavramının temelini teşkil eden ilim sözlükte bilmek anlamına gelip, genellikle bilgi ve bilim karşılığında kullanılır. Klasik sözlüklerde bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması gibi farklı şekillerde tarif edilmiştir. İlim, aynı zamanda bilgisizlik demek olan cehlin karşıtı olarak da tanımlanır. Bu kelimeden türeyen âlim, alîm, allâm ve allâme, ma’Iûm, malûmat, muallim, müteallim, muallem kelimeleri bilgi anlamıyla bağlantılı olarak kullanılmaktadır.

   Hz. Peygamber kendisinin Allah tarafından bir muallim olarak gönderildiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla tebliği boyunca Allah Rasûlü’nün uygulamalarının neredeyse tamamını bir eğitim ve öğretim faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür..
Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kökünden türeyen pek çok kelime bulunduğu görülür. Burada ulaşılan sayı ise bilginin ve bilme faaliyetinin Kur’ân mesajı ve İslâm dünya görüşü anlamındaki önemini açıkça ortaya koyar. Kur’ân’ı Kerim’in nazil olan ilk âyetleri de ilim merkezli olmuştur. Nitekim Alâk sûresinin ilk âyetlerinde “okumak”, “öğretmek” ve “kalem” tabirleri geçmektedir ki, bunlar okuma ve ilmin temel unsurlarını teşkil ederler.[1] Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim ilmin her çeşidini övmüş, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını[2] iman ve ilme nail olanların derecelerinin Allah tarafından yükseltileceğini[3] ifade etmiş ve kullar içinde Allah’tan ancak ilim sahiplerinin korkacağını bildirmiştir.[4] İlmi ve ilim sahiplerini öven yüce kitabımız, “sakın cahillerden olma”[5] “cahillerden yüz çevir”[6] uyarılarıyla ilimsizlik ve bilgisizlik demek olan cahilliği yermiştir. Yüce kitaba göre göre, her türlü kötülüğün, batıl ve sapık düşüncelerin, nihâyette küfrün ve şirkin gerçek sebebi cehalettir. Bundan dolayı insanlar, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırabilmek için bir rehbere muhtaçtırlar. Bu rehber de şüphesiz ilimdir.
İlmin anlamı, önemi ve işlevi Allah Rasûlü’nün hadislerde de açıkça vurgulanmıştır. Nitekim temel hadis kaynaklarından “Kitabu’l-İlim” başlıklı bâblar bulunmaktadır. İslâm ümmetinin benimsediği değerler sisteminin devamlılığı ilme bağlı olduğu için Hz. Peygamber ilmi yüceltmiş ve teşvik etmiş, meselâ ilmin nafile ibadetten daha üstün olduğunu söylemiştir.[7] Allah Rasûlü ilmin taşıcısı ve yayıcısı olan âlimleri peygamberlerin vârisleri olarak nitelemiştir.[8] Âlimler, bildiklerini hem kendileri hem de insanlar için İslâmî ölçüler içinde yararlı kıldıkları oranda ilim onlar için bir üstünlük kabul edilir. Nitekim ilim zeval bulmaz bir mevcudiyettir, ancak ulemâ zeval bulur.[9] Dolayısıyla ulemanın zeval bulması bilginlerin azalması veya yok olmasının İslâm ümmetinin istikamet ve akıbeti için son derece kötü sonuçlar doğuracaktır.[10]

    Allah Rasûlü peygamberlik görevini üstlendiği andan itibaren bir bütün olarak eğitim ve öğretim faaliyeti başlatmıştır.
İslâm dini özelde tebliğin ilk muhatapları olan Araplarda, genelde de diğer insan topluluklarında sosyokültürel dönüşümü gerçekleştirmek için bir eğitim ve öğretim sistemini hedeflemiştir. Bu sistemin kurucusu olan Hz. Peygamber kendisinin Allah tarafından bir muallim olarak gönderildiğini ifade etmiştir.[11] Dolayısıyla tebliği boyunca Allah Rasûlü’nün uygulamalarının neredeyse tamamını bir eğitim ve öğretim faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür. Esasen Kur’ân’da da Hz. Muhammed’in (sav) ilâhî tebliğ görevinin bir eğitim-öğretim işi olduğu da açıkça vurgulanmaktadır.[12]
İslâmî tebliğin başlangıcı aşamasın da Hz. Peygamber’in de dediği gibi Araplar “Ne okuyup yazmayı ve ne de hesap yapmayı bilen bir câhiller topluluğu” idi.[13] Dolayısıyla bu topluluğun bir bütün olarak eğitim ve öğretime tabi tutulması gerekiyordu. Bu sebeple Allah Rasûlü peygamberlik görevini üstlendiği andan itibaren bu faaliyeti başlatmıştır. Zira kendisine ilk nâzil olan âyetler oku emri ile başlamış ve aynı âyetler içinde kaleme övgüde bulunulmuştur.[14]
Her ne kadar Hz. Peygamber’in yoğun eğitim ve öğretim faaliyetleri Medine döneminde gerçekleşmişse de ilmin önemine dair âyetlerin önemli bir kısmının Mekke döneminde nazil olduğu unutulmamalıdır. Bu da İslâmî öğretinin ilme ve eğitime verdiği önemin en bariz işareti kabul edilebilir. Örnek vermek gerekirse, “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[15] “… Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”[16]; “… ve şöyle de: Rabbim! Benim ilmimi artır!”[17]; “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allah’ın sözleri (yazmakla) bitmez. Kuşkusuz Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir.”[18] ; “Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.”[19]; “Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına and olsun ki!”[20] gibi âyetlerin tamamı Mekke döneminde nazil olmuştur.
Hz. Peygamber’in eğitim-öğretim uygulamaları konusundaki asıl faaliyetinin gerçek iktidarın ortaya çıktığı Medine döneminde gerçekleştiği bilinmektedir. Nitekim o, Medine’ye gelir gelmez içinde vakit namazlarının kılınabileceği ve İslâmî eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapılabileceği bir mekânın inşasına girişmiştir ki, bu da Mescid-i Nebi’nin yapımı faaliyetidir. İnşa edilen bina genelde üç bölümden meydana gelmiştir. Bunlardan ilki namaz kılmaya tahsis edilen geniş bir salon, ikincisi okul olarak kullanılan ve Suffe denen bölüm ve nihayet Allah Rasûlü’nün ikametgâhı olarak düşünülen odalar.[21] Mescid’in yanında inşa edilen Suffe İslâm’daki ilk düzenli eğitim faaliyet merkezi olarak kabul edilir. Bu merkezin idarecisi ve ilk hocası olan Allah Rasûlü burada bizzat ders vermiş, ayrıca henüz işin başında bulunanlara okuma-yazmayı ve Kur’ân’ı öğretmek üzere kendisine yardımcılar tayin etmiştir.
Suffe, bir eğitim-öğretim faaliyet merkezi olduğu gibi, aynı zamanda Medine’de kalacakları bir evi olmayanlar için bir yurt işlevi de görmüş gibidir. İslâm’ın temel kurallarını öğrenmek üzere dışardan gelen yabancılar da burada misafir edilmiş, bundan dolayı zaman zaman Suffe bölümünde kalanların sayısı 400’e kadar çıkmıştır.[22]

Suffe İslâm’daki ilk düzenli eğitim faaliyet merkezi olarak kabul edilir. Bu merkezin idarecisi ve ilk hocası olan Allah Rasûlü burada bizzat ders vermiş, ayrıca henüz işin başında bulunanlara okuma-yazmayı ve Kur’ân’ı öğretmek üzere kendisine yardımcılar tayin etmiştir.
Suffe’nin finansmanı tamamen Hz. Peygamber[23] ile hamiyetperver ashab tarafından karşılanmıştır. Allah Rasûlü burada kalan yabancılar ve talebelere yardım etmeleri için Medinelilerin cömertlik ve hayırseverlik duygularına hitap ediyordu.[24] Gerçekten de az veya çok demeden Müslümanlar bu müesseseyi ayakta tutmak ve ihtiyaçlarını karşılamak için aralarında adeta yarış yapmışlardır. Meselâ Medineli cömert Müslüman Sa’d b. Ubâde her gün buradaki 80 öğrenciye yemek çıkarmıştır.[25] Hz. Peygamber ise Suffe Ashabı’na en fazla sahip çıkan kişi olmuş, hatta burada kalanları kendi ailesi gibi değerlendirip, sahip olduğu şahsî imkânları daima bu öğrencilerle paylaşmıştır. Bir gün kızı Fâtıma gelip kendisine yardım etmek etmesi için bir köle satın alması talebinde bulunduğunda Allah Rasûlü’nden şu cevabı almıştır: “Suffe’deki insanların midelerini boş bırakıp da sizin isteklerinizi yerine getiremem; bu paranın hepsini onların istifadesine tahsis edeceğim”.[26]
Suffe’de belli bir eğitim gören öğrenciler İslâm’ı tebliğ eden kişiler olarak Arap Yarımadası’nın değişik bölgelerinde görev almışlardır. Burada eğitim görerek İslâmî ilimlerin gelecek nesillere aktarılmasın büyük rol oynayan en önemli Suffe mensupları şunlardır: Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Ömer, Hanzala b. Ebû Âmir, Ebû Zerr, Suheyb-i Rûmî, Selmân-ı Fârisî ve Ebû Hureyre.
Medine döneminde Suffe, Müslümanların eğitim ve öğretim ihtiyaçlarını büyük oranda karşıladı. Ancak talep fazlalığı sebebiyle yeni eğitim merkezlerine ihtiyaç duyulmuştu. Bunun için Allah Rasûlü Hicretin ikinci (M.624) yılında Makrame b. Nevfel’in evinde sırf Kur’ân öğretimine mahsus daha dar çerçeveli bir eğitim faaliyeti başlattı.[27] Kubâ’da da benzer bir merkezin açıldığı bilinmektedir. Bunlara ilave olarak başka Müslümanların ihtiyacına göre açılmış bulunan 9 ayrı mescid aynı zamanda eğitim faaliyetleri için de tahsis edilmiştir.
İlimle meşgul olmayı ve âlimi her zaman takdir eden Allah Rasûlü “Âlim kimsenin abid kimseye karşı üstünlüğü benim sizin en aşağı mertebede olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir. Allah ve Melekleri, göklerin ve yerlerin halkı, hatta yuvasındaki karıncalar hatta balıklar, insanlara hayır ve faydalı şeyler öğreten kimseye dua ederler.”[28]“Bir tek âlim, Şeytana karşı (savaşta) bin zahitten daha çetindir.” sözlerini de sık sık tekrarlamıştır.[29]

Allah Rasûlü fıtrî kabiliyeti ve vahyin kendisine sağladığı bilgi ve maharet ile örnek bir lider ve muallim olarak dikkati çekmektedir.
Hz. Peygamber erkeklerin yanı sıra kadınların eğitilmesi konusuna da ehemmiyet vermiştir. Nitekim haftanın bir gününü tamamen onlara ayırmış ve o gün sadece onlara hitap edip sorularına cevap vermiştir.[30] Allah Rasûlü kadınlara da ilim öğretilmesini ashâba tavsiye etmiş, onlardan evlerinden bulunan eş ve cariyelerini eğitmelerini istemiştir: “Kimin bir cariyesi varsa onu en güzel bir şekilde eğitsin, sonra kendisiyle hür bir kadın olarak evlenebilmek için onu azât etsin. Böyle yapan bir insan, Allah tarafından iki katıyla ödüllendirilecektir”.[31]
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Hz. Peygamber Allah’ın aslında kendisini güzel ahlâkın gerçekleştirilmesi için bir muallim olarak gönderildiğini belirtmektedir. Klasik Müslüman yazarların, Peygamberlerin ortak özellikleri olarak gösterdikleri hususlar bir bakıma onların ruh sağlığını, ruhî yapılarındaki ideal motiflerinin canlılığını ifade eder. Kısaca doğruluk, güvenirlik, günah işlememe, zekilik ve bildiklerini başkalarına duyurma diye belirtilen bu nitelikleri-bulunduğu kimsede öğretim gücünü büyük ölçüde artıracağı şüphesizdir. Hz. Peygamber’in bir öğretmen olarak başarısında vahiy; öğretiminin yanı sıra elbette genetik unsurların rolünü de hesaba katmak icabeder. Onun “Rabbim beni terbiye etti, güzel terbiye etti” beyanındaki eğitimin, her iki durumu, yani irsî yetenek ve sonraki ilahî öğretim faktörlerini içine aldığı söylenebilir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber ümmî bir toplumda büyümüş ve okuma, yazmayı öğrenme imkânı bulamamıştır. Ancak onun kuvvetli bir sağduyuya sahip olduğu şüphesizdir. O’nun peygamberlik öncesindeki hayatında her bakımdan güvenilir bir kişiliğe sahip olduğunu biliyoruz. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Allah Rasûlü fıtrî kabiliyeti ve vahyin kendisine sağladığı bilgi ve maharet ile örnek bir lider ve muallim olarak dikkati çekmektedir.

[1] Alak, 96/1-3.
[2] Zümer, 39/9.
[3] Mücadele, 58/11.)
[4] Fatır, 35/29.
[5] En’am, 6/35.
[6] A’raf, 7/199.
[7] Tirmîzî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 19.
[8] Buhârî, İlim 10, 11.
[9] Müslim, İlim 14.
[10] İbn Mâce, Fiten 26; Dârimî, Mukaddime 26, 32.
[11] İbn Mâce, Mukaddime17.
[12]Bakara, 2/129.
[13]Buhârî, Savm 13
[14] Alak, 96/1-5.
[15]Zümer, 39/9.
[16]İsrâ, 17/85.
[17]Tâhâ, 20/114.
[18]Lokman, 31/27.
[19]Nahl, 16/ 43.
[20]Kalem, 68/1.
[21] Buhârî, Salât 62, 63, Vesâyâ 30. Bu konuda ayrıca bk. Güner, Ahmet, “Asr-ı Saadette Mescitler ve Fonksiyonları”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, IV, 155-223.
[22] Buhârî, Rikâk 17; Tirmizî, Kıyâme 36.
[23] Müslim, Nikâh 94.
[24] Buhârî, İsti’zân 14)
[25] Ebû Nuyam, Hilyetü’l-Evliyâ, Beyrut 1967, I, 341.
[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 106; Buhârî, Farzu’l-Humus 6.
[27]İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 4, 150.
[28]Dârimî, Mukaddime 17.
[29] Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17.
[30]Buhârî, İlim 36, 45.
[31] Buhârî, İlim 41.

İnsanların Ayıplarını Araştırmayın

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin.” (Hucurât, 12)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Müslümanların ayıplarının, gizli durumlarının peşine düşer, araştırmaya kalkışırsan, onların ahlâkını bozarsın veya onları buna zorlamış olursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb 37)

Ukbe bin Âmir (ra)’ın kâtibi şöyle anlatır:

“Ukbe’ye:

“–Komşularımızdan bâzılarının içki içtiğini fark ettim, zâbıtayı çağırayım da onları yakalasın.” dedim. Bana:

“–Öyle yapma, onlara önce nasihat et ve îkazda bulun!” dedi.

Ben de dediği gibi yaptım, lâkin vazgeçmediler. Bunun üzerine Ukbe’ye:

“–Onlara nasihat ettim fakat bırakmadılar, zâbıtayı çağıracağım.” dedim.

Ukbe (ra):

“–Yazıklar olsun sana! Öyle yapma! Çünkü ben Rasûlullah (sav)’in;

“Kim bir mü’minin ayıp ve kusûrunu örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.” buyurduğunu işittim.” dedi.” (Ahmed, IV, 153)

Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Muğnî: Kullarından dilediğini zengin kılan demektir. “Has kullarını, istiğna kemâline erdiren.”

Günün Nasihati

Ayıp ve kusur araştırmak, milletin ahlâkını ifsad eder.

Mevlânâ Hazretleri, insanların kendilerindeki kusur ve eksikleri bırakıp başkaları hakkında ileri-geri konuşmaması gerektiğini ne güzel hikâye eder:  “Dört Hintli Müslüman bir mescide girdiler. Her biri niyet etti, tekbir getirdi. Kendi noksanlarının, hatalarının idrâki içinde, hulûs ile candan yakararak namaza başladılar. Rukûa vardılar, secde ettiler. Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak;

«–Ey müezzin!» dedi «Ezanı okudun mu? Yoksa daha vakit var mı?»

Öbür Hintli de namaz içinde olduğu hâlde:

«–Sus be kardeşim; söz söyledin, namazın bozuldu.» diye söylendi.

Üçüncü Hintli, ikincisine:

«–Amca!» dedi. «Ona ne kusur buluyorsun? Sen de söz söyledin; sen kendine bak; öğüdü kendine ver!»

Dördüncüsü: «Allah’a hamdolsun ki, üçünüz gibi ben kuyuya düş­medim, yani ben konuşarak namazımı bozmadım.» dedi.

Böylece ne yazık ki, dördünün de namazı bozuldu. Şunun bunun ayıbını görüp söyleyenler, ayıbı olanlardan daha çok yol kaybederler, sapıklığa düşerler.

Kendi ayıbını gören can, ne mutlu bir candır. Bir kimse birinin ayıbını görse, onu kendi satın almış olur.

Çünkü insanın yarısı, yani nefsi ve maddî yönü, ayıplık ve kusur âlemi olan bu dünyadadır. Öbür yarısı, yani rûhânî ve mânevî yönü ise, gayb âlemindedir.

Mademki senin başında nefsânî huylardan ve hayvanî ahlâktan bir çok mânevî hastalıklar vardır, o hâlde merhemini önce kendi başına sürmen gerekir.

Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak, o ayıbın merhemi ve ilâcıdır. (Zira kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz.)

Bir mü’minde gördüğün kusur ve ayıp sende yok ise, emin olma, kendine güvenme! Olabilir ki, o ayıbı sen de işleyebilirsin; senden de o ayıp halka yayılır.”

En Büyük Zenginlik

kkk

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Zengin eden de yoksul kılan da O’dur.” (Necm, 48)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Kur’ân bir zenginliktir ki ondan sonra fakirlik olmaz (yâni ona sâhip olan en muazzam bir hazîneye sâhip olmuştur) ve ondan başka zenginlik de yoktur (yâni o ilâhî hazîne hiçbir maddî zenginlikle kıyas edilemez).” (Heysemî, VII, 158)

Hz. Ömer devrinde bir adam vardı. Onun kapısını çok aşındırır, yiyecek ve mal isterdi. Bir gün Ömer (r.a) ona:

“-Git, Allah’ın kitabını öğren!” dedi.

Adam gitti ve Hz. Ömer’in kapısından ayağı kesildi. Bir gün Hz. Ömer (r.a) o zâtla karşılaştı ve kendisine gelmediği için kızdı.

O şahıs ise şu muhteşem cevabı verdi:

“-Allah’ın kitabında, beni Ömer’in kapısından müstağnî kılacak şeyler buldum.” (Ali el-Müttakî, II, 284/4015)

Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Kaviyy: Pek güçlü, çok kuvvetli, tam bir kudret sahibi, hiçbir zaman aczin yol bulamadığı mutlak gâlip, her şeye gücü yeten demektir.

Günün Nasihati

Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm en büyük zenginliktir.