Tartışma Hastalığı

tartışmak

Ahmed b. Muhammed el-Mervezî rh.a. şöyle demiştir: “Birbiriyle söz yarışında bulunanlar felah bulmazlar. Aynı zamanda bid’ate düşmekten de kendilerini muhafaza edemezler.” İbn Ebu Leyla rh.a. şöyle demiştir: “Ben arkadaşımla tartışmam. Çünkü tartışmada ya o beni yalancı çıkaracak ya da ben onu kızdırmış olacağım.” Peki, biz ne diyor, ne yapıyoruz?

Nasreddin Hoca yaşasaydı, herhalde “Sen de haklısın!” sözünü en çok kullanacağı zamanları görmüş olurdu. Çünkü herkes haklı görünüyor. “Yoğurdum ekşi” diyen yok.

Gerçekten herkes her şeyi biliyor mu artık? Ne kadar mevzu varsa, bilgisi, ilmi bu insanların zihninde mi gerçekten? Elbette mümkün değil. Fakat şartlar öyle görünmeye zorluyor insanları. Bugünün geçer akçesi biliyor görünmek. Bilmiyor görünmeyi kabullenmek, bilmiyorum demek çok zorlaştı. Haliyle biliyor olmanın iddiasını sürdürmek için de sürekli mücadele etmek şart oldu. Diksiyon, hitabet, dramatizasyon, demagoji, polemik… Bu mücadelede başarıyı sağlayacak usulleri öğrenmek, tekniğine uygun gelişmek gerekiyor. En önemlisi de ne kadar az biliyor olsan da kendinden emin görünmek gerekiyor.

Neden böyle olduğu ayrı bir konu. Fakat sebep ne olursa olsun, konuşanın az dinleyenin çok olduğu günlerden, ağzı olanın konuştuğu, iddia edip tartıştığı günlere geldik. Çocuklar da dahil, yarışırcasına konuşuyor, iddia ediyor, tartışıyor.

Ama bu yarışın bir bitiş çizgisi yok. Hakikati bulmaya yönelik bir hedefi, bir gayesi de görünmüyor. Nefesi yeten, çelme takmayı da öğrenip eksiltebildiği kadar adam eksilterek öne geçmeye çalışıyor. Fakat göğüsleceği bir ip olmadığı için durmadan koşması gerekecek.

Efendimiz s.a.v.’in “Ya hayır konuş ya da sus!” mübarek emri aklımıza geliyor. Bu emre uyulsa şüphesiz herkesin aklı, kalbi huzur bulacak. Ama dile sahip çıkılmadığında akla gelen öylece çıkar ağızlardan. Sonrası tartışma, münakaşa, nice sorun, nice gürültü ve yorgunluk demek.

Edep ve nezaket yolu

İslâm, müminlere dine ve dünyaya ait bütün işlerde taassup ve ifrat göstermeyerek tahammüllü olmayı emrediyor. Hz. Peygamber s.a.v. yirmi üç yıl insanları dine davet etti. O hikmetle, etkili nasihatlerle davette bulunmak, ılımlı hareket etmek hususunda en güzel örnekti. Çok şefkatli ve merhametliydi.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber s.a.v.’e hitaben buyuruluyor ki:

“(Rasulüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir.” (Nahl, 125)

Bu ayet, İslâm’ın davet prensibini ortaya koymaktadır. Allah yoluna hikmet ve güzel sözle çağırmayı emretmektedir. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba sözlerle, taassupla hareket etmenin yararı değil, zararı verdır. Hikmet ve tatlı dil ise gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkmışları yola getirir. Yani münakaşa davet metodu değildir. Amacı karşıdakini susturmaktır. Hasım cevap vermeyip susabilir ama gönlü kabul etmez. Onun için ayette cedel ve tartışma davet metodu yapılmamış, Allah yoluna sadece hikmetle ve güzel öğütle çağırılması ve en güzel biçimde çaba gösterilmesi emredilmiştir.

Gerçek mümin de kimseyle cedelleşmez, münakaşa etmez. Bilir ki münakaşa düşmanlıkların çoğalmasına sebep olur. Herkesle iyi geçinir, sert davranmaz. Kalp incitmekten korkar. Kalpleri Allah Tealâ’nın evi bilir.

Aynı şekilde fitne de çıkarmaz ve buna sebep olmaz. Dine ve dünyaya zarar verecek işlerden sakınır. Güler yüzlü, tatlı dillidir. Allah Tealâ’nın hoşnutluğunu kazandıracak işler yapmak için gayret eder. Sabreder, affeder. Her anlaşmazlıkta, her sıkıntıda kusuru önce kendisinde görür. Salih ve sadık insanlarla arkadaşlık eder, onlarla yakınlık kurar.

Uygun bir şekilde hakkı söylemenin dışında tartışmayı terk etmek, öfkeden uzak durmak, yumuşak davranmak ve insanlarla iyi muamele etmek ariflerin ahlâkındandır. Zira iyiliğe karşı iyilik her kişinin işidir. Fakat kötülüğe karşı iyilik ise er kişinin işidir.

Veli kullar, “Bizim yolumuz tartışarak mücadele yolu değil, sevgi ve muhabbet yoludur” ilkesiyle hareket etmişler, başkaları ile kavga ve mücadele yerine nefsle mücahede ve gönüllerin fethini prensip edinmişlerdir. Kendilerine yöneltilen tenkitlere dahi genellikle sükûtla cevap vermişlerdir.

İslâm, ilişkilerde ılımlı olmayı, nezaketi ve güzel üslubu terk etmemeyi emretmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Sen, kötülüğü en güzel şekilde sav.” (Müminûn, 96) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimede insanlarla münasebetlerde en güzel davranış şekli bildirilmektedir. Bu da kötülük yapanın düşmanlığını dostluğa, öfkesini sevgiye dönüştürmek için ona iyilik yapmaktır. Diğer bir ayette ise, “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur.” (Fussılet, 34) buyurulmaktadır. İçimizde tartışma kıvılcımı çaktığı zaman bu ilahî emri hatırlamak ve ahireti düşünmek bizi yanlışa düşmekten alıkoyacaktır. Zaten ahireti dünyaya tercih etmemiz gerektiğini, kendi nefsi adına insanlara galip gelmenin ahirete faydası değil zararı olduğunu biliyoruz. Bu şuur benliğimizde yer ettiği zaman ahlâkımız güzelleşecek, Mevlâmız’ın rızasına yaklaşmış olacağız.

Allah Tealâ yüce kitabında cennetteki kullarından söz ederken “Onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: ‘Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun!’ …” (A‘raf, 43) ve “Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.” (Hicr, 47) buyurmaktadır.

Bu duygusundan daha güzel bir duygu yok. Elbette cennette değiliz, burası dünya. Ama bu dünyayı cehenneme çevirmenin herkesten önce kendimize zararı var.

Semerkand Dergisi

Muhabbet Edebi

edeb ya hu

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler!..” (İsrâ, 53)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Bedende hiçbir uzuv yoktur ki, Allâh’a, dilin lüzumsuz ve çirkin konuşmalarından şikâyet etmesin!” (Heysemî, X, 302)

Hz. Ali’nin rivâyetine göre Rasûlullah (sav):

“–Cennet’te birtakım köşkler vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür.” buyurmuştu.

Bunu işiten bir bedevî ayağa kalkıp:

“–Bu köşkler kimler içindir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu.

Fahr-i Kâinât (sav) Efendimiz:

“–Sözünü güzel ve hoş söyleyen, tatlı dilli, yemek yediren, oruca devâm eden ve gece herkes uyurken kalkıp Allah için namaz kılan kimseler içindir!” buyurdu. (Tirmizî, Birr, 53/1984; Ahmed, I, 155)

Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Kahhâr: Yenilmeyen, yegâne galip gelen, güç sahibi, her şeye istediğini yapacak sûrette gâlip ve hâkim olan demektir.

Günün Nasihati

Hz. Ali, Câhil ile sakın latîfe yapma! Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar diye buyurmuş. Kûhistan sultanı İskender bin Kâbus’un, oğlu Gilan Şah’a ” Kâbusnâme ” adı altında toplanan nasihatlerinde der ki ;

Tatlı dille konuşmayı alışkanlık haline getir. (Dili tatlı olanın dostları çok olur) demişlerdir. Ne kadar tatlı söylersen söyle, sözün yerini bilmedikçe söyleme. Çünkü yerinde söylenmeyen söz, tatlı ve güzel de olsa acı ve çirkin görünür.

Cahili, beceriksizi, insan yerine sayma, bunlarla beraber oturma, hele kendini âlim sayan cahilden, aslandan kaçar gibi kaç. Cahille sohbet etme, iyilerle sohbet et. Çünkü, iyilerin sohbeti yüzünden senin adın da iyi olur.

Şırlağan susam yağıdır, ne zaman gülle sohbet eder, hemhâl olur, artık ona susam yağı demezler, gül yağı derler, menekşeyle hemhâl olursa menekşe yağıdır derler. Gül ve menekşe gibi güzel çiçeklerin hassaları, rayihaları yüzünden, onlarla kırk gün düşüp kalkınca, susamın adı unutuldu, gül ve menekşe ile anılır oldu. Hatta bu durumu hiç bilmeyen onu gül yağı menekşe yağı sandı. Onun için Peygamber efendimiz, (Bir kavimle kırk gün düşüp kalkan, onlardan olur) ve (Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir) buyurdu.Demek ki iyilerle veya kötülerle beraber olan onlar gibi olur.

Muhabbetle Edebin bağlantısına gelince ;

Velilerden Seriy es-Sakatî k.s. der ki: Edep, aklın tercümanıdır. Bunun manası şudur: Herkes aklı kadar edepli olur. Edebi kıt, ahlâkı bozuk olana hakiki manada akıllı denmez.

Edebin olmadığı yerde ne gönüller hoş edebilinir ne de Allah’ın rızası kazanılabilir.

Şaşarım seven insan nasıl uyur? Âşıka her türlü uyku haramdır.

şems

Şiir:

Şaşarım seven insan nasıl uyur?

Âşıka her türlü uyku haramdır.

Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir kalabalık yürüyüş yapıyordu.

Ayak sesleri köşkün her tarafında yankılanıyordu. Şah kendi kendine, «Bu bekçilere ne oldu? Nerede kaldılar?» dedi.

«Görmüyorlar mı ki bu kalabalık dam üstünde koşuyor?» Sonra bu gürültü ve ayak sesleri onu tekrar şaşırttı, dehşete düşürdü; sanki kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, silâhlı nöbetçileri çağırmaya gücü yetmiyordu.

Bu arada biri köşkün damından başım aşağı uzattı, «Ey taht üzerinde oturan zat sen kimsin?» dedi. İbrahim Ethem cevap verdi: «Ben Şahım, dam üstünde gezen sizler kimsiniz?» «Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün damında arıyoruz.»

ibrahim Ethem, «Divane misin?» dedi. Adam cevap verdi: «Divane sensin İbrahim Ethem!» «Deve sürülerini köşkün damında mı kaybettin? Burada deve aranır mı?» Adam şöyle cevap verdi: «Allah, Padişah tahtında mı aranır? Sen Allahyı burada mı arıyorsun?»

İşte o saatten sonra İbrahim Ethem’i kimse göremedi. O gitti; canlar da onun arkasından gitti. Kendisinden bir haber çıkmadı; genel olarak bu iş çok zor görünür. O kendisini, tamamiyle bir şeye verse idi, o zorlukta kalmazdı.

 

Veliliğin manası nedir? Askerleri, tacı tahtı olan kimsede velilik yoktur; belki nefsinde velilik olan kimse velidir.

Sözünde, susmasında kahir (M. 10) yerinde kahır, lütuf yerinde lütuf göstermesinde isabet olan kimse velidir. Arifler, «Biz âciz kimseleriz, o kudretlidir,» demezler. Gereklidir ki sen, kudret sahibi olasın; her sıfatta güçlü kuvvetli olasın; susacak yerde susasın; cevap verecek yerde, cevap veresin; kahır ve şiddet zamanında sertlik gösteresin; iyilik ve yumuşaklık gereken yerde iyilik edesin. Yoksa öyle bir insanın sıfatları kendisine belâ olur, azap olur; insan mahkum olmazsa hâkim olur.

Sahte felsefecilerden biri ölümden sonraki kabir azabını yorumluyor, bunu akla uygun bir yoldan anlatıyordu. Diyordu ki: Can, buraya kendisini olgunlaştırmak için gelir, olgunluk sermayesini bu alemden toplamaya çalışır. Bu âlemden gittikten sonra da, artık onun bir hasreti kalmaz. Şimdi gerektir ki, suretten manaya gelelim: Ten, can ile kaynaştıktan sonra suretle meşgul olur. Can, ten ile kaynaşırsa belâya düşer. Canın, o genişlik ve şenlik tarafı kalmaz. O tarafta mal görür, saygı görür; beri tarafta cana yakın kadınlar, dostlar elde eder. Türlü zevkler bulur. Şu halde bu tarafa döner yanında ölümden konuşmak onun için bin ölüm demektir. O, dileklerini öteki alemden bekleseydi, oraya gitmek için çırpınırdı. Bu gidiş onun için ölüm değil, belki hayat olurdu. Hazreti Mustafa (S.A.) buyuruyorlar ki: «Müminler ölmezler, belki bir alemden öteki aleme göçerler.» Şu hale göre, göçme başka, ölüm başkadır.

 

İnsan daracık ve karanlık bir evde istediği gibi gezinemez, böyle bir yerde rahatlık ve şenlik göremez, hatta serbestçe ayağını uzatıp oturamaz. Ama o daracık evden geniş bir eve, büyük bir saraya göçer; içinde bahçeler1, akar sular vardır. İşte o göçmeye ölüm denmez. Bu söz ayna gibi parlaktır. Sende de zevk ve iç aydınlığı varsa, ölüme âşık olursun. Allah, bunu sana mutlu kılsın; bizi de duadan unutma! Eğer sende böyle bir nur ve zevk yoksa, şu halde hazırlıklı ol, çalış! Kurar» haber veriyor: Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın. Nasıl ki Allah, Kuran’da haber veriyor. Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın. Nitekim Allah Kuran’da, İnkarcı Yahudiler için şöyle buyuruyor: «Eğer gerçek müminlerden iseniz, ölümü dileyiniz.» (Cuma sûresi,6) Şu var ki, gerçek Allah erlerinden, imanlı kişilerden ölümü arayanlar olduğu gibi gerçek inançlı, sağlam imanlı kadınlardan da ölümü arayanlar eksik değildir. Bu parlak bir aynadır ki, halinin açık ifadesini onda bulursun. Her halinde ve her işinde ölümü sorarsan, o iş iyi bir iştir. Şu halde, te reddüt halinde olduğun iki iş arasından birini seçmek için bu aynaya bakarsın. O iki işten hangisi ölüm tarafına yakın ise onu seçersin. Gerektir ki, ölüme hazır, saf bir nur gibi onu bekleyesin. Müçtehid (din bilgisiyle uğraşan kimse) içtihadında yani çalışma konusuna giren şeylerde bu hale erince, sanırsın ki o kendi işinden lezzet almış, dünyaya hasreti daha azalmıştır. Doğrusuna bakılırsa, onun dünya hasreti daha çok artmıştır.

Çünkü bu âlem ile daha çok kaynaşmıştır. Nasıl ki kabir azabı bahsini açıklarken Suret ve Misal cihetinden yürütülen mütalaaları söylemiştik. Ben bunu sana ancak mana yönünden anlattım.

 

Sultan Mahmud (Gazneli), perdeciye bir mücevher vermişti. Perdeci, vezirin vekilidir. Padişahtan, veziri hakkında çok övgüler ve hoşnutluk sözleri işit-miştir. Perdeciye sorar, ona bir mücevher gösterir: «Bu iyi bir mücevher midir?» «İyi demek de söz mü? Bu konuda söz söylemek bile edep dışı olur. Yüz bin kere iyi bir mücevher! Nasıl ki, şahımız hakkında sadece iyidir demek onun yüceliğini belirtmeye yetmez. Edep dışı bir söz olur.» Şah emreder: «Öyle ise kır şu mücevheri!»

«Nasıl kırayım bunu! Vezir diyor ki, Şahın bütün mülkü, bu mücevherin dörtte birini bile değmez. Bu şimdi hazineye yaraşır.» Sultan, «Peki, hâlâ hazineye yaraşsın öyle olsun,» dedi ve perdeciye kaftan kaftan üstüne giydirerek okşadı. (M. 11)

Bu öyle bir imtihandı ki, eğer Saray’da böyle düşünen başka bir kimse varsa anlaşılsın diye yapılıyor ve iş Ayaz’a kadar dayanıyordu. Şah içinden, «Olmaya ki üzerine titrediğim Ayaz da böyle söylesin,» diyordu. Tekrar diyordu ki: «Şayet o da ötekiler gibi yaparsa ne yapalım gözdemizdir. Dilediği gibi söyler.» Mücevher beri tarafa geldi, bu taraf Ayaz’ın bulunduğu taraftı; yanına kimsenin yaklaşmaması için bir perde ile ayrılmıştı. Padişah, mücevheri alması için Ayaz’a işaret ederken,

«Olmaya ki o da ötekiler gibi söyler,» diye korkuyor, titriyordu. Ayaz, Padişaha bakarak, «Niçin titriyorsunuz,» der gibi, onu süzüyor, «Şahın heybetinden titremek, Ayaza yaraşır,» demek istiyordu. Onun Sarayında yetişmiş, edep terbiye öğrenmiş, hakikatte gönlü Sultanın sevgisiyle dolmuştu. Sultan, Ayaz’a dönerek âdeti dışında, «Ey Sultan şu mücevheri al,» dedi, ama

«Ey köle al şunu,» demedi. Halbuki, bu «köle» sözünde Ayaza göre bin kere «Sultan» demekten daha samimî bir iltifat gizli idi; bu ona bin kere daha hoş gelirdi. «Sultan» sözünden gücenirdi.

Ayaz, mücevheri aldı. Padişah, «Nasıl, güzel mi?» dedi. Ayaz, hiç bir kelime katmaksızın «Güzel» cevabını verdi. «Hoş mudur?» deyince de, yine fazla bif söz katmadan, «Hoştur,» dedi. Sultan, «O halde, kır bunu!» dedi. Ayaz, daha önce rüyasında gördüğü bu olay için iki taş hazırlamış, kolunun içinde saklamıştı. Vurduğu gibi mücevheri parça parça etti. Her taraftan ahlar, feryatlar yükseliyordu. «Ahin, feryadın ne yeri?» var dedi. «Böyle değerli bir mücevheri parçaladın,» dediler

Ayaz şu cevabı verdi: «Şahın emri bu cevherden daha değerlidir.» Bu cevap üzerine mecliste bulunanların hep birden başlan öne eğildi. Bu kere de içlerinden yüz bin feryad kopardılar. «Eyvah ne yaptık!» diye küstahlıklarını anladılar. Şah çavuşlarına emretti: «Cellâtları çağırın, şunlarm yakalarından yapışsınlar! Etrafımızı sarmış olan şu ahmakları temizlesinler!» Ayaz atıldı,

«Ey yumuşak huylu Sultan, en uygun hareket bağışlamaktır,» dedi.

ÇEVİRİ
Mehmed Nuri GENÇOSMAN