Şems-i Tebrizi

makalat-sems-tebrizi

Beyit: (M. 290)

İrfanım öyle bir mertebeye yükseldi ki

Bilgisiz olduğumu şimdi anladım.

Biri hafızlar halkasında otururken ansızın vecd’e tutuldu, halbuki bu adam şer ve kötü işlerle tanınmış, kovucu bir insandı. Ailesi olsun yabancılar olsun elinden kan ağlıyorlardı. Zincirini kımıldattılar, candan ve (M.291) cihandan geçti, feryada başladı. Ey aile efradı! dedi, benim artık insanlarla alışverişim kalmadı. Elinizi eteğinizi benden çekin.
Ailesi dedi ki: Biz senin bu kadar zahmetlerini çektik, bir gün böyle bir saate kavuşmak umudu ile bekledik. Asıl kötülük zamanlarında sana yakın idik, şimdi senden nasıl ayrılalım?
Adamcağız, artık, dedi, bana hac seferi görünüyor. Bu sevdanın baskısı altında hiç sabrım kalmadı, hemen yola çıkmalıyım. Önce gerçi dileği yerine gelmedi. Çöl yolunu tutmuş, bir kervana katılmıştı. Adam yolda bir kanlı ishale tutuldu. Sık sık deveden iniyor, temizleniyordu. Nihayet bir aralık kervan geçip gitti. Hasta kendine gelince, kervanı gitmiş buldu. Hemen yerinden fırlayarak can korkusu ile yola koyuldu. Koşarken yolda bir ağaç dikeni ayağına saplandı, yerinde kalakaldı. Ağlamaya, yalvarmaya başladı. Ey dost, diyordu, elime yapış. Artık benim için hac ümidinden bahsetmeye bile takat kalmadı. Bunu sana anlatmaya ne lüzum var! Adam korku ve ıstırap içinde bir saat kendinden geçiyor, bir saat da yalvarmakla vakit geçiriyordu. Gece yaklaşınca umutsuzluktan, yalvarmadan da takati kesilmişti. Umutsuzluk gittikçe artıyordu, karanlık, karanlık üstüne çökmüştü. Bu arada karşıdan çölün koyu perdesi arasından bir insan belirdi. Hah! dedi, bu ya Hızır olacak ya llyas Peygamber. Kendisine yaklaşınca bir anda ona doğru koştu. Kendi kendine diyordu ki, bu yürüyüş insan yürüyüşüne benzemiyor. Belki de Allah’a yakın meleklerden biri olmalı.
Ey Ulu Allahm! dedi. Bu ergin kul hürmetine şu umutsuzluk saatlerinde elimden tutuyorsun!
Uzatmayalım, gelen adam eliyle zavallının ayağını oğuşturdu, sağalttı, onu sapasağlam kervana yetiştirdi. Adam o anda iki elini o kurtarıcının eteğine vurdu. Diyordu ki: Allah hakkı için yemin ederim ki, seni seçkin insanlardan kılmış, bu ululuğu ve kudreti sana vermiştir. Sen kimsin? O eteğini çekti ve beni bırak, dedi. Nihayet şu cevabı verdi. (M.292) Ben, vaizlerin kürsüde, imamların mihrapta, çocuklann kitapta okudukları ve Allah’ın, “Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun” dediği kimseyim, Şeytan, işte böyle bir kimseye, gerçek inanç bekleyenlere de böyle garip cilveler, acayip haller görünebilir; halka da böylece yayılır.

” İnanan bir kimse herhangi bir şahıs hakkında, ta atadan dededen ve hayatının ilk çağlarından beri, Allah sevgisi nuru ile yetişmiştir diye zan beslerse, “Adem henüz su ile toprak arasında iken, ben Peygamber idim” buyuran Hazreti Muhammed (S.A.) hakkında beslesin.

Tirit

şems

Anlatılır ki:

Şemseddin Tebrizî Hazretleri bir ara Şam’da oturmuştu. Haftada bir gün odasından çıkar, bir kellecinin dükkânına gidip iki pul vererek yağsız kelle suyu isterdi. Onu içip bir hafta boyunca o gıda ile iktifa ederdi. Bir sene bu şekilde yaşadı. Kelleci onun riyazet için, nefsine eziyet vermek amcıyla böyle davrandığını anladı, bir gün güzel bir tirit hazırlayıp önüne koydu. Şems Hazretleri halinin anlaşıldığını farkedip, el yıkama bahanesiyle yemeğe dokunmadan dışarı çıktı ve gitti, şehri terketti.

 

Beyden Evliya

Şöyle anlatılmıştır:

Bir gün yolda atları ve himetkârlarıyla giden bir beyle karşılaştı. Bakışları karşılaşınca, bey atını durdurup uzun süre öylece bekledi, sonra ağlayarak yoluna devam etti. Şems Hazretleri’nin bunun üzerine şöyle dediği duyuldu: “Kullarına nimetleriyle azap eden Hak Teâlâ’y’ı tenzih ederim”[72]

Bu sözünün sebebini sordular şöyle açıkladı:

– Bu bey gizli evliyadandır, bu kılıkla halktan örtülü kalıyor. Beni görünce;

– “Bu kılıkla tarikat gereklerini yapmakta zorlanıyorum” dedi ve fakir kıyafetinde kulluk etmek için dua etmemi istedi. Ben de buna ettim ama kabul edilmedi ve denildi ki:

– “Onun, velayet nurunu beylik vazifesiyle birlikte sürdürmesi lazımdır!” Bunu görünce ağlayarak gitti. Sultan Veled Hazretleri yazmış olduğu kendi Mesnevi’sinde[73] Şems Hazretleri’nin menkıbelerinden şöyle bahsetmiştir:

“Hak aşıklarının üç mertebesi vardır. Hallac-ı Mansur aşıklık makamının ilk mertebesindeydi. Bu mertebelerin ortası büyük, sonuncusu ise en büyüktür. Bu üç mertebenin halleri ve sözleri âlemde ortaya çıktı. Ma’şukların da üç mertebesi vardır ama gizli kalmıştır. Kâmil olan ve vuslata eren aşıklar, ilk derecedeki ma’şukların adını duyarlar ve yüzlerini görmek dilerler. Orta derecedeki ma’şukların adlarına ve izlerine kimse erişememiştir. Son mertebedeki maşuklardan ise kimse bir şey işitmemiştir. Şemseddin Tebrizî Hazretleri en son mertebedeki ma’şukların padişahı idi. Bu yüzden Hazreti Mevlânâ şöyle buyurmuştu:

“Tuyur ud duha lâ testatı’ şuâahu

Fekeyfe tuyur ul leyli tetmau en tera”

(Kuşluk vaktinin kuşları o güneşin ışığına dayanamıyor; gece kuşları onu görmeye nasıl heves edebilsin?)

 

Hak Nuru

Yine Sultan Veled Hazretleri’nin Mesnevi’sinde anlatılır:

Bir gün Hazreti Pir Efendimiz gayp âleminde bir kutup gördü ki, hepsi de Hakk’a vasıl olmuş dört bin müridi vardı. O kutup çilede oturmuş, Hak Teâlâ’dan erişemediği bir makamı istiyor;

– “Yarab, Yarab!..” diyordu.

Yer, gök , bütün ulvi ve süfli ruhlar onunla birlikte;

– “Yarab!” diyorlardı.

O sırada Hak nuru; Şems Hazretlerine yansıyor ve;

– “Lebbeyk lebbeyk!”[74] diyordu. Üç defa tekrar edince Şemseddin Tebrizî Hazretleri dedi ki:

– İlâhî, o şeyh “Yarab” diyor, ona “lebbeyk” de!

Bunun üzerine Hak nuru derhal o kutba birbiri ardınca şimşek çakar gibi vurdu ve;

– “Lebbeyk Lebbeyk!” dedi.[75]

 

Ücret

Anlatılır ki:

Şemseddin Tebrizî Hazretleri tecellilere garkolup, tecelliler dayanılmaz bir hal aldığında; o halin üzerinden kalkması için bir işle uğraşmaya girişirdi. Ekseriya tanımadığı kimselerin tarlasını sürmek, hayvanlarını gütmek gibi işlerde gecelere kadar çalışırdı. Ücretini verdikleri zaman;

– Borcum var, sizde kalsın, biriksin de hepsini birden ödeyeyim! diyerek almaz, bir müddet sonra da ayrılıp ortadan kaybolurdu.

****

[74]             Lebbeyk: buyur!

[75]             Bu ibare Ahmet Avni tercümesinde şöyledir: “… Çilede Hak’tan erişilmedik bir hal ve makam niyaz edüp anı temenni ederken ‘Yarab! Yarab!’ der idi., bir hadde kadar ki, ecza-yı zemin ve âsuman ve ervah-ı ulvi ve süfli ana muvafakaten Yarab dediler ve hem o vakitte nur-ı Huda seyri miktarınca Mevlânâ Şemseddin Tebrizî azzmehullau zikrehu Hazretleri’nin gûşuna urur ve Lebbey! Lebbeyk! der idi. Vaktaki üç defa tekrar eyledi Mevlânâ Şemseddin buyurdu: ‘İlâhî, o şeyh yarab diyor ana lebbeyk de’ bu sözü müteakib derhal gûşuna nur-u mütetabi’ berk urur ve Lebbeyk! Lebbeyk! der idi.

                Bahari tercümesinde ise şöyledir: “…O vakitte ise nur-ı Huda – işba’ edercesine- Mevlânâ Şemsi Tebrizî azzemehullahi zikrehu’nun gûş-u mübarekine tâbân oluyor, ‘Lebbeyk lebbeyk’ diyordu. Üç defa tekrar edince Mevlânâ Şemseddin buyurdu ki, ‘İlâhî, o şeyh Yarab diyor, ona lebbeyk de’ Hazretin bu kelamından dolayı derhal nur peyâpey o kutbun gûşuna tâbendaz olup ‘lebbeyk, lebbeyk’ dedi.

 

Onk.Dr. Haluk Nurbaki’nin yorumuyla Hz. Mevlana ve Hz. Şems – SON

şemsTAVUS SULTAN Hindistan’da bir şeyhin talebesidir. 25-30 yaşlarında bir hanımefendidir. Şeyhi Mevlâna’yı çok severmiş. Sohbetleri sırasında Mevlâna’nın yazığı şiirleri okurmuş. Mevlâna’nın şiirleri, ticârî kervanlarla üç ayda, beş ayda, altı ayda Hindistan’a ulaşırmış. Selçukluların bir devlet olması ve devletin kendine has bir takım ihtiyaçları bulunması dolayısıyla, Hindistan’la ticârî münasebetleri devamlı surette işlerdi, onun için sık sık Hindistan’a gidilir gelinirdi.

Tavus Sultan, o beyitler Hindistan’a geldikçe, alır, okur, Hz Mevlâna’ya hayranlığı, sevgisi dürüle dürüle yumak haline gelirdi… Son kez bir Rubâisi daha geldi ki; müthiş derecede yakıcı…

Ne duruyorum, ne yürüyorum,

Üzengideki ayak gibi…

Ne susuyorum, ne konuşuyorum,

Kitaptaki yazı gibi…

Ne varım, ne yokum,

Gülsuyundaki koku gibi…

Bu Rubâi gelince, Tâvus Sultan gönlünün coşkusuna, gönlünün tazyikine sahip olamadı. Şeyhi farkına vardı ve:

– Hadi kalk Konya’ya git sen… dedi.

Tâvus Sultan çok zengindi. Konya’ya geldi ve Meram’da bir ev aldı… Bir tanburu vardı. Tâvus Sultan, tanburunu kendi başına çalar dururdu… Mevlâna hazretleri de on günde, bazen yirmi günde bir Meram’a sabah namazına giderdi talebeleriyle. Bir gün yine Sabah namazından dönerken bir tanbur sesi duydu… Şems’den bir selâm erişti… Bu ses, Şems’in selâmı olmadan çıkmaz… Ben buna bakacağım dedi… (Talebelerden bazıları oraya bir hanımefendinin geldiğini biliyorlardı, hiç ağızlarını açmadılar) Hz Mevlâna kapıyı açtı, içeri girdi… Baktı ki tanbur çalan bir hanımefendi. Oradaki sohbetleri ve muhabbetleri üç buçuk gün devam etti.

Bu müddet zarfında talebeleri hiçbir şey söylemeden Efendi Hazretleri tekrar çıkacak diye beklediler. Ama bu bir nev’i Şems gaybubeti gibi bir şey olmuştu. İçerdekinin bir hanımefendi olması nedeniyle yavaş yavaş yine o hain dudaklara bir takım dedikodu silüetleri geldi. Artık Mevlâna Hazretleri böyle dedikodu gibi ilkelin de ilkeli hadiselerden o kadar uzaktı ki, kim ne konuşmuş, kim ne yapmış, üzerinde bile durmuyordu.

Talebeleri, kapı açılıp Hz Mevlâna görününce hepsi saf olmuştu. Mevlâna Hazretleri, talebelerine, sizden ummam da belki ileri geri konuşanlar vardır, açın da bakın Tâvus Sultan’a dedi… Kapıyı açtılar ki, BİR AVUÇ KÜL… Yandı dedi… Bu kadarmış tahammülü… Üç buçuk gün yanma operasyonuydu…

Bu ne anlama geliyor, bunun hikmeti nedir, nasıl oldu diye sorarsanız,

-BU AŞKIN MADDEYE YANSIMASIDIR. YAKMA… MADDEYİ YAKMADIR… Biliyorsunuz, Aslı’da aşk ateşiyle yanarak ölmüştür. Yani aşk ateşi çok şiddetli geldiği zaman resmen yakar, kül eder. Bu samimiyetini gösteriyor. Hiç kimse kendi kendisini, beşeri sevgiler, mecâzi sevgilerle, ben İlâhî aşka kıyasla bu sevgiyi duyuyorum diye, aldatmasın… O NEFSE AİTTİR. ÇÜNKÜ, İLÂHÎ AŞKLA KARŞI KARŞIYA GELEN KİMSENİN HÂDİSESİ MUTLAKA YANGINLA BİTER. İLÂHÎ AŞKA aitse o birliktelik, onun dışı mecâzi aşk dediğimiz beşeri aşka aittir. Ama bir mü’minin, bir mü’mine sevgisi fazla olabilir. Bilhassa karı koca arasında çok sıcak olabilir, bunlar mahzurlu şeyler değildir. Şeriatların emrettiği güzel şeylerdir. ÖYLE KENDİ KENDİLERİNE AŞKLARINI YÜCELTENLER TÂVUS SULTAN’NIN KÜLÜNÜ UNUTMAMALIDIRLAR…

 

Onk.Dr. Haluk Nurbaki’nin yorumuyla Hz. Mevlana ve Hz. Şems – 12

şems

VUSLAT VE FİRKAT EĞİTİMİ
Hz Şems’in sağlığında yaptığı eğitim, vuslat eğitimiydi. (Vuslat eğitiminden kasıt şu: Karşı karşıya geçip her şeyi öğretmek, ceryanını ona aktarıp bilmediklerini göstermek, evreni seyrettirmek, bu bir vustal eğitimidir)

Çok hoş bir şeydi ama, sıfır noktasından geçmesi lâzımdı. Bu sıfır noktasından geçmesi için de bedensel olarak en asgâriye indi. İşte o en asgâri düzeye inipte, neredeyse öldü ölecek, kurudu kuruyacak dedikleri an, çat diye sıfır noktasından geçti ve gönlünde yavaş yavaş İlâhî Aşkı sezmeye başladı. Hikmetlerin en incesidir ki, bu seyrettiği, sezdiği AŞK’TI. Şems’in sedasını duymaya başladı.

İlk, CENAB-I HAKK’IN KENDİSİNE TECELLİSİ, ŞEMS’İN FOTOĞRAFINI GETİREREK TECELLİ ETTİ GÖNLÜNE… Bu O’na yepyeni bir dirilik verdi. Bu dirilikle o zayıf bedeninde, bembeyaz çehresinin arkasından öyle bir dinçliğe kavuştu ki cihan pehlivanı oldu bu sefer. Yani onun bedene yenilmesi, ONUN HÜCRELERE TÂBİ OLMASI TAMAMEN KALKTI ARTIK. TAM MÂNÂSIYLA BİR CİHAN PEHLİVANI OLDU. ÇÜNKÜ, GÖNLÜNE AŞK-I İLÂHÎ BİR İKSİR GİBİ AKMAYA BAŞLAMIŞTIR…

İşte ondan sonra da takdirdeki; “GEL BAKALIM, SEN BU KÖPRÜYÜ GEÇTİN, ŞİMDİ GÖNLÜNDEKİ BU İLÂHÎ AŞK-I İNSANLARA AKTAR BAKALIM” EMRİ ZUHUR ETTİ ve ondan sonra, o zayıflama, o çöküş devrinde oğluyla bile konuşmaktan imtina eden Mevlâna bir anda bütün dünyayla konuşmaya başladı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın akıttığı aşk ceryanını öyle kendi kendine frenlemek mümkün değildir. İşte o sırada, Hüsamettin Çelebi ve başkaları rastladı. Vaazları oldu, sohbetleri oldu ve hiç kesiksiz dağıtmaya başladı bu sefer İlâhî sırrı. Bu dağıtım sırasında da , (pek çok öyküleri var) Mevlâna, üçüncü sayfa diye tarif ettiğim hayatında insanlara yansıyor. İlâhî Aşk Şems’e, ondan da Mevlâna’ya yansıyor…

HZ ŞEMS’İN MEVLÂNA’YA İKİNCİ EĞİTİMİ “FİRKAT EĞİTİM” DİR.

(Mânâ ilimlerinde buna Fîrkat Eğitimi, YAKAN AYRILIK denir) YAKAN AYRILIK’ta bir eğitimdir. Şems’in gitmesi yakıcı bir ayrılıkla, onu eritip sıfır noktasına getirip, ondan sonra bırakıverir tekrar gönül sath-ı mailine. İnsanları yetiştirme faslına geçti. Hayatının bu safhasında çok ilginç hâdiseler olmuştur. (Fakat bunları biraz evvel söylediğim gibi bizim kastımız Hz Mevlâna biyoğrafisi değil, bunların teferruatını okuyucularım kitaplarından okuyabilirlir) Benim çok hoşuma giden iki önemli öykü var, onları size anlatmak isterim…

Benim çok hoşuma giden iki öyküsünden bir tanesi; Konya’da saray kuyumcusu olan Selâhattin Zerkubî’nin (Zerkubî demek: Kuyumcu, altın alan, işleyen anlamına geliyor) öyküsüdür. Selâhattin Zerkubîn’nin köşe başında bir dükkanı vardı… Mevlâna bir gün 8, 10 talebesiyle o dükkanın önünden geçerken, o sırada da altın çekiçliyordu Selâhattin. Altın çekiçleme; eskiden kuyumculukta böyle silindirler gibi, altın işleyecek fazla mekanizmalar yok, çekiçlerle bir örsün üzerinde ince ince, tık tık tık… vuruşlarla vurularak bilezik haline getirilirdi. Kuyumculuğun ustalığı işte odur. Hassas bir şekilde, belli bir tazyikte vurulacak ki altın dağılmayacaktır. Böyle bir operasyon içerisindeydi Selâhattin Zerkubî. Mevlâna’yı tanırdı ama onun âşıklarından, dervişlerinden değildi, özel bir yakınlığı yoktu.

İşte tam o sırada Mevlâna oradan geçerken… bu tin tin tin… ince ince… o altının kendine has güzelliğinde, tık tık tık… o çekiçin darbelerindeki hassasiyette… ve bu ritimde, bir İlâhî cezbe buldu… Yani bir anda raks meydana geldi… Bu raks hâli dolayısıyla, dönmeye başladı Mevlâna… dükkanın önünde…

Hz Mevlâna’yı Konya’lılar çeşitli kademelerde çok iyi tanıdıkları için herkes toplandı, Hz Mevlâna’yı seyretmeye başladı. O anda da bileziğin kıvamı geldi, bir daha vurulursa ezilir, çekicin bırakılması lâzım… Fakat Selâhattin o raksı bozmak istemedi, vurmaya devam etti… bilezik parçalandı… Yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı… üçbuçuk saat semâ etti. Mevlâna Hazretlerinin nihayet ayakları yerden kesildi… Durdu… Selâhattin çekici masasının üzerine bıraktı…

– Ey Konya halkı! Dükkanım helâldir, yağmadır, gelin boşaltın diye haykırdı Selâhattin Zerkubî; halk şaşırdı… Koskoca saray kuyumcusunun dükkânındaki altınlar nasıl yağma edilir. Tekrar: helâldir, benim için zevktir. Allah razı olsun benim malımı yağmalayanlardan… dedi. Sonra da Hz Mevlâna’nın peşine takılıp, bir numaralı talebelerinden birisi oldu.

Buraya kadar coşkulu bir insanın, Hz Mevlâna karşısında erimesini irşad olma olayını seyrediyoruz ama, bunun arkasından bambaşka bir hâdise geldi.

Bir gün Selâhattin’in kızı, “babacığım sana hayırlı bir haberim var, Vezirin oğlu beni istiyor. Biz birbirimize meftunuz… Babasına söylemiş, babası da Selâhattin gibi bir kuyumcunun kızı, ancak bizim (küfüv derler eskiden, denklik) asâletimize yakışır diyerek sevinmiş.

Ama Selâhattin bir an düşündü ki; o eski Selâhattin değil, artık. Şimdiki Selâhattin’de bir şey yok ki… Bozuk para bile kalmamış, bırak altını… O eski denk olma hâli kalmamış. Bir vezirin oğluna verilecek kızın çeyizi, hatırından hayâlinden geçmez bile… Üç arkadaşı yardım edecek olsa, nihayet normal ev eşyasını ancak alabilirlerdi. Böyle bir bunalım içesirisinde kızına hiçbir şey söylemeden, Hz Mevlâna’nın huzuruna gitti, hiçbir şey belli etmeden oturdu.

Hz Mevlâna:

– Selâhattin gönlünde bir yük var, kaldır. Bu yük beni de bunaltıyor… dedi.

– Yok efendim dediyse de Selâhattin Zerkubî,

– Hayır bunalıyorum, lütfen anlat dedi…

Selâhattin de bu emir üzerine aynen anlattı…

Hz Mevlâna sohbetten sonra ayağa kalktı “Rabbim bilir, kendi bilir diye niyaz etti” Yani üstü kapalı olarak sen bizim için bütün altınlarını feda ettin, kızın şimdi mahçup olacak, yahut kızı beş parasız bir kuyumcunun kızı olduğu için vezir oğluna istemeyecek gibi bir tezat doğdu.

O zamana kadar da, şehrin ileri gelenleri, zenginleri, devlet adamları, Mevlâna’ya her ziyaretlerinde veya rastladıklarında saygıyla eğilirlerdi. “Efendim, bir emriniz var mı diye usulen sorarlardı. Mevlâna’da hayır, sağolun. Allah razı olsun der, bir şey istemezdi. Hiç kimseden birşey istemezdi. Ama, Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, o gün Sultan Keykubat yanından geçiyordu. Mevlâna’yı görünce, gayet hürmetkâr ve bir şekilde sultanlığını üzerinden atarak, büyük bir tevâzuyla selâmladı ve biz size hizmet edemiyoruz, dünyaya daldık bizi hoş gör, bir emrin var mı, dedi…

Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri “VAR” dedi. “Şu benim adamımdır. Bunun kızını vezirin oğlu istiyormuş, kız babası sen olacaksın dedi…

Sultan,

– Başüstüne efendim dedi ve Selâhattin Zerkubî’nin kızına çeyiz yaptı. Hem öyle bir çeyiz yaptı ki, eğer Selâhattin, Mevlâna’ya gelmeyip, kuyumcu olarak kalsaydı, bunun onda birini bile yapamazdı… Hattâ o düğün için derlerki, develer üzerindeki çeyizler geçemediği için, Konya’da üç, dört sokağın duvarları yıkılmıştır. Tek o saltanat yerine gelsin diye…
İşte gözyaşları içerisinde, Hz Mevlâna, Selâhattin’e dedi ki (Taa o zaman aklına gelmişti, Allah bunu öder diye) Sen altınlarını bizim için dağıttın, Allah ödedi bunu dedi. Bir hususiyet yok bunda, fazla gözünde büyütme dedi…

Bu öyküsü çok hoşuma gider. Çünkü Selâhattin gerçekten de çok ileri derecede bir aşka sahip, gönle sahipti ve Mevlâna’nın dünyasını değiştirdiği güne kadar hizmet etmiş, bir rivayete göre cenazesini kıldırmış, bir rivayete göre de cenazesinin önünde bulunmuş gibi yakînliği olmuştur. Bu çok hoşuma gider, bir de hâlen Konya Meram’da bulunan Tavus Sultan öyküsü çok hoşuma gider…

 

Onk.Dr. Haluk Nurbaki’nin yorumuyla Hz. Mevlana ve Hz. Şems – 11

şemsKendindeki Allah’ın sırrı (Sakın, Allah bir insana geldi, oturuyor gibi, bir saplantılara gitmemek lazım. Gönülde bir Allah makamı vardır insanın, oraya bir İlâhî tecellî olur, ama bir gram olur ama trilyonlarca ton olur, her insanın kendi kâbiliyeti nisbetinde Cenâb-ı Hakk’a karşı olan yakınlığını tesbit eden bir hikmettir ki, bu ancak mânâ eğitiminden sonra, gönüldeki ilâhî tecellî, kapılanmanın açılmasından sonra meydana gelebilen bir hâdisedir. Yani böyle yarım yamalak eğitimlerle, bilgilerle, olacak bir hâdise değildir. Nitekim “MEN AREFE NEFSEHÛ FAKAT AREFE RABBEHÛ” hadis-i şerifinde Fahri Kainat Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim ki nefsine ârif oldu bildi, Allah’ı bilmiş ârif olmuştur” ) meydana geldikten sonra, bunu bulması lâzım Mevlâna’nın. AMA ŞEMS KALIRSA BULAMAZ. KENDİNE DÖNÜP, KENDİ GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ CERYANI BULAMAZ. ONUN İÇİN, HZ ŞEMS’İN MUTLAKA AYRILMASI LÂZIMDI…

Hz Şems,çok zarif bir cümle sarfetmiştir bir başka âlemden. Âlemin bir başka sayfasına çekmek isterim sizi, Hz Mevlâna ile mânâda buluştukları zaman, (hangi anda?.., her ikisi de dünyasını değiştirdikten sonra mı, yoksa Şems gaybubetindeyken mi geldi de konuştumu diye tasavvur edelim) ” BU GÖNÜL SENİ O KADAR SEVİYOR Kİ CELÂLEDDİN, SENİN UĞRUNDA ÖLMEDEN HUZUR BULMADI” Onun için Hz Mevlâna, mânâ âleminden telsizle aldığı bu cümlesinden sonra, Hz Şems’den bahsederken “AŞK ŞEHİDİ” diye bahseder. Yine ilâve ederek “AŞK ŞEHİDİ’NİN KANI TAZEDİR, KURUMAZ VE KOKUSUNU KAYBETMEZ” diyor…

Hz Şems’in gaybubetindeki iki esrarın, bir tanesi, Hz Mevlâna’nın kendi kendini bulma eğitimi, (üçüncü safhası) Mevlâna’nın üçüncü perdesini sağlamak için, kendi kendinde İlâhî sırrı bulmasıdır. İkincisi de Aşk Şehidi dediğimiz hâdiseyi bir anlamda repertuara kazandırmak için kabul etmiştir bu gaybubeti.

– Hz Şems’in gaybubetinden sonraki, o İLK FIRTINALAR Hz Şems’in bedenini aramak, kanının hesabını sormak gibi fırtınalar geçtikten sonra, Hz Mevlâna’da müthiş bir yangın oldu. Bu yangın, her hücresinde seyrettiği, izlediği bir yangındı. Hiçbir şeyi düşünememek, hiç kimseyle konuşamamak gibi dertleşmek şöyle dursun, ifade edememek, bakamamak… Baktığı zaman Şems’le bakmaya alışmış, O’nunla baktığı zaman başka şey görüyor, Şems’siz baktığı zaman herşey bomboş… Bir sahne düşünün, o sahnede insanlar vardı… birden bire ışıklar söndü âdeta kartondan silüetler kaldı…

Evet… Hiçbir şey kalmadı, Mevlâna eridi… gidiyor, herkesin gözünün önünde… Başta Sultan Veled olmak üzere, gerçekten çok seven yakînleri vardı yanında. Bunlar perişan oldular. Gözlerinin önünde mum gibi eriyip sönüyordu. Ayne böyle idi Mevlâna’nın o safhası. Her gün bir adım, her gün bir adım daha eriyordu… Beden bitmek üzere idi. Böyle bir bitkinliğe doğru giden bir çöküş… Rengi bembeyazdı… Öyle sarı filân değil. Yemek yok, içmek yok… Bir an için Sultan Veled Hazretlerinin “Baba sünnete riayet etmeyecek misin?” yani (tirit yemeyecek misin ? anlamındaki ikazından sonra) haftada bir gün tirit yemeğe başladı Mevlâna…

Şimdi buradaki bu iniş, çöküş ve yokluğa doğru gidiş, madde gözüyle görülürse, (Hani mum gibi eridi, bir insan için, bir ağır hasta için kıyas olmaz ama iyi anlaşılması için söylüyorum) nasıl böyle çöker denir ya… Biran için ölümün eşiğine gelecek gibi olur ya… İşte öyle eridi. Peki niye bu kadar eridi?.. Ne oldu?.. BİR SIFIR NOKTASINDAN GEÇMESİ LÂZIM Kİ, GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ AŞKI BULABİLSİN. İŞTE O SIFIR NOKTASINA ÇEKİLİYORDU…

Onk.Dr. Haluk Nurbaki’nin yorumuyla Hz. Mevlana ve Hz. Şems – 10

mevlana

Bu geliş aslında mânâ perdesinin arkasından bir geliş olabilirdi. Böyle bir geliş oldu mu, olmadı mı, gözlemlerimiz dışında, bunu biz bilemiyoruz. Bilmekte mümkün değildir. Ancak bu Şems’in birinci Şam gezisine benzemiyor. Birinci Şam gezisi, maddesel bir mesafedeki ayrılıktı. Bu ayrılık ise, kesinlikle mânâ âlemine bir intikaldır. Ama, bedeniyle intikal etmiştir Şems…

Burada yine tasavvuf âleminin çok üzerinde durarak, çok enteresan bulduğu husûsiyetleri vardır. Hz Mevlâna üzerine de pek çok şeyler söylenmiştir. Bir de ayrıca kendi eserleri var, herkes yarım yamalak eserlerinden kıyasen anlatabilir. Onun mânâsını anlatmak çok güç. Hz Şems ise büsbütün mânâ ehlidir, O’nu anlatabilmek çok daha güçtür. Hz Şems için derler ki; Dünyaya metelik vermezdi. İşte o Konya’lıların kalabalığına karşı restleri, bütün bunlar Hz Şems’in hususiyetlerindendi, ama dünyaya ait iki şeye çok özen göstermiştir. Bunların bir tanesi; yemezdi içmezdi ama Resulullah Efendimiz (sav) tiridi severdi (Ekmek ve et suyu ile yapılmış bir yemek) diye mutlaka sık sık tirit yerdi, sırf Resulullah Efendimizin sünnetini uygulamak açısından…

“Mânâ ehli, hangi derecelerde, ne olursa olsun ancak Resulullah Efendimizin sünnetlerinden birini taklit ederse makbuldür” Bunu izah ederdi Hz Şems. Yani siz beni nasıl görürseniz görün der bunu önemsemezdi. Çat bakıyorsun orda, burda evrenin en gizli yerlerinden gelip raporlar getiren bir adam ama satranç oynarken bile görüyorsunuz O’nu. Ancak “Resulullah’ın sünnetine uyarak, ayakta durur mânâm” diyor. Bu çok önemli bir şey.

Bir de dünyayı terk ediş şekli ile HZ ALİ Efendimizin sünnetini icra etmiştir. Çünkü Hz Ali’de bedenini kaybetmiştir. Bu yalnız alevilerin kendi öykülerinde değil, tasavvuf âleminde de, Hz Ali’nin şahadetinden sonra kaybolduğuna inanılır. Hz Ali gerçekten bedenini alıp gitmiştir. Mânâ perdesini bedeniyle geçmiştir. Bu Hz Ali Efendimizin sünnetini, Hz Şems uygulamıştır.

Hz Şems, dünyadan iki büyük örnek aldı. Biri Hz Ali sünnetini gidişinde yapması, diğeri de Resulullah gibi “tirit” yiyerek, ancak O’na benzeyerek insanlığın varlığını ayakta tutabileceğini göstermesidir derler…

Hz Şems’in şehâdete giderken “ayrılık geldi” demesi çok mühimdir. Ölüm geldi demiyor, dikkat ederseniz “ayrılık geldi” diyor. Buradaki ince hesap, acaba nasıl bir ayrılıktır, sorusunu getiriyor. Niçin gitti? Şehid olacağını bile bile, niçin böyle bir kadere sıcaklık duydu?… Çünkü, kaderin önüne geçilemez, kaderde olduktan sonra, elbette olacaktır diye düşünebiliriz ama bir sıcaklık meselesidir kadere. Herkes kaderini seçse bile kaçacak yer arar bilfarz, halbuki Şems koşacak yer arıyordu…

Arkadaşının idam hâdisesinde olduğu gibi kadere koşuşta ki sıcaklık var ya…İşte bu sıcaklığı, bu ayrılığı tercih etme olayı acaba nasıl bir hikmet taşıyor diye tasavvufta uzun boylu düşünülmüştür.

Çünkü Hz Şems’in şehâdetinden sonra, Hz Mevlâna’nın hayatının üçüncü perdesi başlamıştır. Ondan evvelki bir devreydi, “HAMLIK DEVRİ” kendi şiirinde hamdım der. İkinci devresinde “PİŞME DEVRİ” Hz Şems’in eğittiği devrede piştim buyuruyor. Üçüncü devresinde de “YANDIM” diyor. Burada Hz Şems’den sonra Mevlâna raksının titreşimi üçüncü devrede başlamıştır. Onun için çok önemli bir olay.

Hz Şems kendi şehâdetini biliyordu, kaderine sıcak yaklaştı diyoruz, peki Hz Mevlâna, şehadeti biliyor muydu, mâni olabilir miydi, ya da niçin olmadı diye sorarsak, Böyle bir ânı bilmiyordu. Günün birinde her an Hz Şems’in avucundan kaçabileceğini, her an bir yansıma üzerine olacağını biliyordu. Çünkü, artık Hz Şems’deki İlâhî ceryanı farketmişti. Çat bu dünyada, çak kapı bir mânâ âleminde, bunları seyrettiği için, Hz Şems’in herhangi bir ân’da gaybubetini düşünebiliyordu ama, o ânı bilmiyordu. Yani şehâdet anını bilmiyordu.

Hz Şems’in gaybubeti şartmıydı veyahut gaybubet olmasaydı da devam etseydi… Hz Şems’in murâdı şuydu: Hz Şems gönül aynasından bir şeyler seyrettiriyordu Hz Mevlâna’ya. Şems varken, Mevlâna vardı, İlâhî sıcaklık, sevgi ancak Şems’in sayesinde vardı. Şems’in olmayışı, onu buruşturup sanki herşeyden, beşeriyetten bile alıkoyuyordu. Hz Şems ise, meydana gelen bu mânevi eserin kendi kendine, kendindeki aşk-ı bulmasını istiyordu. Yani , ŞEMS KAYBOLMALIYDI Kİ, HZ MEVLÂNA GÖNLÜNDEKİ ALLAH’I BULABİLSİN.

Bu tasavvufun çok önemli rükünlerinden birisidir…

Onk.Dr. Haluk Nurbaki’nin yorumuyla Hz. Mevlana ve Hz. Şems – 9

mevlana şems Hz Şems ile Hz Mevlâna’nın arasındaki mânevî iletişimleri seyretmek yalnız onlara ait tarihsel bir olayı değil, tasavvufa ait de bir çok ipuçlarını meydana çıkaracaktır.
Biz bir hayat öyküsü anlatmıyoruz, yalnızca mânâ yönünü alıyoruz olayın. Vak’a diyebileceğimiz hayata yansımış şeyler, zaten bütün kitaplarda mevcut, bunları isteyen okuyucularımız tetkik edebilirler. Ama mânâ ağırlıklı hâdiseleri (zaten olay mânâ olayıdır) alıp da güncelleştirmek, edebî kalıplara sokmak, bence yanlış olur.

Şimdi, Hz Şems’in o günkü volkanik çıkışından,yıldırımvâri çıkışındam sonra arkada bir başka kader sayfasının açılacağı belliydi. Niçin Şems böyle bir fırtınalı girişimde bulunmuştur? Halbuki bunu herkesin gözünden saklayabilirdi.

Yatsı namazından sonra, beraber otururken, sükûtî sohbet vardı. (Sukûtî sohbet: Gönül dostları bazen bir araya gelirler hiçbirşey konuşmadan, gönüllerinden birbirlerine karşı olan sevgilerini terennüm ederler yahut, gönüllerinden Efendimize ait bir olayı tefekkür ederler, bunlara Sukûtî Sohbet denir) Hz Mevlâna, hz Şems ve Sultan Veled, üçü de böyle bir sukûtî sohbet sırasındayken, bir aralık kapı çalınır oldu, gürültüyle kapı çalınması arasında bir hâdise zuhur etti…
Hz Şems,yerinden hemen fırlayarak:

– Ayrılık zamanı geldi, bize müsaade dedi… Nereye, nasıl, ne oluyor diyecek vakit bırakmadı. Ne Sultan Veled, daha genç olarak kapıya benbakayım, ne oluyor diyecek fırsatı bulabildi, ne Hz Mevlâna aman sultanım nereye gidiyorunuz, bune biçim ayrılık diyecek mecâli bulabildi. Çünkü takdirin düğmesine basılmıştı o anda… Hz Şems kapıya fırladı ve açar açmaz sekiz, on baği (eşkiya kılıklı adam) hançeriyle Hz Şems’e saldırdılar…

Hz Mevlâna ve Sultan Veled yalnız bir “AH” sesi işittiler o kadar. Kapının önüne fırladıkları ve o mecâli kendilerinde buldukları zaman, kaçışan bir takım adamlar gördüler, fakat ŞEMS YOKTU… Kapının önü kan izleriyle doluydu, o kan izlerini takip ettiler, bir yerde bir insanın öldürülmesine yol acacak miktarda kan izi gördüler. Tabiî ilk yorum kapının önünde yaralandı, bir müddet, yürüdü, sonrada bulundukları yerde de bütün kanını akıtmış gibi bir görüntü biçimindeydi.

Nitekim, Hz Şems’in hâdisesi hemen duyulmuş, o zamanın Emniyet Müdürü (Asesbaşı derlerdi) hemen koştu geldi. (Hz Mevlâna yine bunu şiirler halinde terennüm etmiştir.) “Asesbaşı, Şems’i bul bana” dedi Mevlâna, Assesbaşı dedi ki, “Şems burada olmalıdır, çünkü yerdeki kan miktarı bir insanın, bir adım dahi atmasını imkânsız kılacak kadar çok, bütün kanı boşalmıştır”. dedi. Hz Mevlâna; “Nerde peki?” diye sordu. “Bir adım atması dahi imkansızdır” cevabıyla karşılaştı…

Hz Şems ölmüş müdür? Ölmüşse bedeni nerdedir? Ölmemişse bu kan nedir? Bu ikisinin arasında tereddütlü bir geçiş vardır. Allah’ı bulmak açısından ümitsizdir. Çünkü NEFS vardır. Tıpkı kan gibi, o nefs orda bulundukça Allah’ı bulmak imkânsızdır. Ama nasıl ki Şems’in bedeninin yok olması onun ölmediğine bir varsayımsa, İNSANIN DA BÜTÜN NEFSİNE RAĞMEN, ALLAH’I BULAMAMASI DİYE BİR ŞEY YOKTUR.

ÇÜNKÜ, İNSANDA GÖNLÜN BULUNULMASI, GÖNLÜN VARLIĞI, BİR TARZ HZ. ŞEMS’İN KAYBOLMASI GİBİ PERDE ARKASINA GEÇİSİ SİMGELER… Hz Şems de bedenini perde arkasına geçirmiştir. ONUN İÇİN YOKTUR. ACABA TEKRAR GELECEK Mİ SORUSU, HZ MEVLÂNA’YI SON NEFESİNE KADAR ŞEMS GELEBİLİR DİYE BEKLETMİŞTİR…

Onk.Dr. Haluk Nurbaki’nin yorumuyla Hz. Mevlana ve Hz. Şems – 8

mevlana ve şemsAslında, Mevlâna’nın Mesnevî hikâyelerinde anlattığı gibi, yani, (SEN ÖLMEDEN DİRİLİĞİ BULAMAZSIN”. İşte o ölümü sağlamak, canlıyken ölümü sağlamak o beden ve gerçek diriliği bulmak.

O DİRİLİK NEDİR?… AHLÂK-I MUHAMMEDÎ’DİR…

ONUN İÇİN HZ. ŞEMS’İN MEVLÂNA ÜZERİNE ETKİSİNİ SIRADAN, GAZETE OKUR GİBİ, PEHLİVAN TEFRİKASI OKUR GİBİ SEYREDEMEYİZ. ÇOK MÜTHİŞ ŞEYLERDİR BUNLAR…

Nitekim, Hz Şems’le Mevlâna böyle çok derin bir sohbetteyken, ders saati gelen Sultan Veled içeri girdi. (O sırada Konya’da dedikodular yine devam ediyor: “Bu dervişte ne buldu? Geldi bizim elimizden âlimimizi aldı, biz onun sohbetinden yararlanamıyoruz, bu kim oluyormuş Mevlâna’nın yanında?” gibi dedikoduların sürdüğü bir sırada bir an için düşündü ve gönlünden dedi ki “Bugün şunu niyaz edeceğim; sen istersen ey Şems, Konya’daki bütün bu vızırtıları söndürürsün, babam da, sen de, ben de huzur içinde olur bu mânâ sofrasının ziyafetine iştirak ederiz” Hz Şems, peki otur bakalım Veled dedi… 15-20 dakikalık bir ders yaptıktan sonra hızla kalktı ve çıktı gitti…

Sultan Veled’in de Mevlâna’nın da beklentisi, bütün Konya’yı ihya edeceği, gönüllerdeki bu toz toprağı gidereceği idi ama öyle yapmadı. Şems Alâddin tepesine çıktı, orada bir takım kalabalık, bir kimsenin idâmını bekliyorlardı. İmsaktan bir saat önce yapılacak olan idâm törenini bekleyen kalabalık, Hz Şems’i orada görünce bir fis-kos, dedikodu yaydılar. “Hani ya bu derviş Allah adamıydı, o da bizim gibi birisiymiş, gelmiş burada bir insanın nasıl asılacağını seyrediyor, biz haklıymışız, diyorlardı. Hz Sultan Veled’in niyazı yerine büsbütün bir ufûnet fırtınası doğdu. Tam o sırıada cellat geçiyordu. (Cellât eskiden hep çingenelerden olurdu, onun vazifesi olmasına rağmen ve bu işle görevlendirilmiş olmasını halk yadırgardı. Cellâda kimse dokunmazdı, sanki gusül abdesti bozulacak gibi telâkki ederlerdi) Herkes sağa, sola ayrılarak ve değmemek için yol açıyordu. Tam Hz Şems’in önüne gelince, Şems eliyle Cellâtı okşadı “Allah kuvvet versin…” dedi. Bu söz iki dakika sonra bütün Konya’ya yayıldı. Cellât gitti ve idâm gerçekleşti…

Hz Şems eve döndüğü zaman, Hz Mevlâna ve Sultan Veled sabah namazlarını kılmışlar, bir hasırın üzerine oturup neticeyi bekliyorlardı. Hz Şems geldikten sonra bir de baktılar ki arkadan tozu toprağa katmış sekiz onbin kişi geliyor. Belli ki bir isyan var halkta. Aslında Şems’e, o halk çok büyük zulümler yapabilirlerdi ama Mevlâna’nın Selçuk Hükümdarı yanındaki hatırından dolayı Mevlâna’dan korkuyorlardı. Sultan’dan korkuyorlardı cezalanacakları için, yoksa öyle gariban olsa paramparça edeceklerdi, tahammülü yoktu insanoğlunun Hz Şems’e…
Nihayet, göya sultandan korktukları için aralarından yirmi kişilik bir heyeti göndererek “Şems bizim sorularımıza cevap versin” diye gürültülü bir şekilde geldiler. Hz Şems’in rahatsız olduğunu anlayan Hz Mevlâna olaya yavaş yavaş yaklaşmak istedi, FAKAT BU ŞEMS FIRTINASI…

Hz Şems:

– Gelin bakalım manyaklar, ne istiyorsunuz?…dedi. Tabii büyük bir panik oldu onlarda. Hz Şems’in böyle “ne istiyorsunuz siz?” dediğinde, işte siz de geldiniz idâmı seyrettiniz diyecek oldular.

Hz Şems:

– Ben siz değilim? Ben sizin suratınıza tükürebilsem hepiniz MÜ’MİN OLURSUNUZ, EĞER SIRTINIZI OKŞASAM VELÎ OLURDUNUZ, BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?… Haydi defolun! dedi. Halk panik içerisinde, ilerde intikam almak üzere dağıldılar.

Hz Şems döndükten sonra, Sultan Veled’e dedi ki:

– Sana son dersini vereceğim, sen de kulağını aç iyi dinle! (ama müthiş bir celâl vardı Hz Şems’in üzerinde) Oraya gittik, çünkü o idam olacak şahıs bir HAK AŞIĞIYDI, BENİM DE YOLDAŞIMDI… Biz onunla beş sene önce nice dervişlikler yapmıştık. O Hakk’a kavuşmak için dua ederdi ama Hakk müsaade etmezdi. İslâmiyette kendine kıymak olmadığı için, çatır çatır yanar, fakat Hakk’a kavuşamazdı. Bana bir haftadır yalvarıyor. “Ne olur Şems, duâ et de Hakk’a kavuşayım” diye. Ben de Rabb’ıma elimi açıyorum her namazdan sonra, nitekim bir iftiraya kurban gitti, kâtil zanlısı olarak bugün asılacağını anladım. Ben nasıl gidip te şimdi cellada “Allah kuvvet versin” demeyeyim. Bir Velîyi asmak, bir Hak âşığını asmak öyle kolay mı sanıyorsunuz siz, kimse asamaz. Cellada bir mânevi ceryan verdim, gitsin assın, benim sevgili dostum da Rabbına kavuşsun diye…

Tam o sırada toz toprak içerisinde cellat geldi, yerlere kapandı Şems’in önünde, “Aman Sultanım, benim başıma gelen nedir?” dedi…Hz Şems’in Sultan Veled’e dönerek, Celladın Velî olduğunu biliyor musun? dedi… Çünkü benim arkadaşım Hakk’a teslim olurken “Ya Rabbi, ben sana beş seneden beri yalvarıyorum benim emânetimi al diye. Almadın. Şimdi ben de Senden bir ricada bulunuyorum, canımı vermem yoksa, bende dünyalık olarak ne varsa al, beni sana kavuşturmaya vesile olan bu cellâda ver.

Sen de şahitsin ki şu yırtık gömleğimden başka birşey yok. Bende çok kıymetli birşey var. Velîlik… O velîliği al, bu cellada ver ben sana SAF BİR KUL OLARAK GELEYİM.” dedi O Hak âşığı… Cenab-ı Hakk da kabul buyurdu ve onun velîliğini aldı bu cellada verdi.