HAYIR VE ŞER, İKİ MEYVEDİR

 

HADİS-İ ŞERİFİ ÜZERİNE
Hayrı ve şerri iki cins meyve gör. Bunların kökü, bittiği yer aynı… Aynı ağacın iki ayrı dalında yetişirler. Fakat biri tatlı, biri acı… Bir dalda beldeler, iklimler, küreler bulunur. İşte bu dal da meyve yüklüdür. Ve bu meyve acıdır. Bundan uzaklaş, her şeyi ile ondan uzak ol…

Tatlı ağaca yanaş. Onun yetiştiricisi ve hâdimi(*) ol…

Bu dalları ve meyvelerini iyi tanı. Her ikisini iyi bil. Fakat, sabret ve onun yetişmesini bekle… Ve kuvvetli ol.

Sakın ve çok çekin!.. Acı ve tatsız meyveli dala yanaşma. Ondan yediğin an helak olursun, onun acısı seni helak eder.

Daima dikkatli, ölçülü olmalısın. Elinde ölçü olarak Allah’ın Peygamber’inin (S:A) emri olmalı. Bu ölçüler elinde olmadan meyveleri ayırt etmek senin için kolay olmaz. Yoluna böyle devam ettikçe, rahat, huzur ve emniyet içinde olursun.

Şunu iyi bil ki bütün bu kötülükler, o acı meyveden doğar. Onu terkettiğin an felaket ve beladan uzak kalırsın.

Her iki meyveyi de önüne koy ve bak. Şekilleri aynı, tatları ayrıdır. Çok kere bilmeden veya ölçüsüzlük yüzünden bir uçuruma düşersin. Ona el atar, hata edersin. Ve onu bu hatanın mükafatı (!) yersin.

Belki bir an için sana lezzet verir. Şehevi arzularını tahrik eder, hoşlanırsın. Fakat yapacağı felaketi takdir edemezsin, dimağını boza. Manevi teneffüs cihazını berbat eder. Bütün acılığı damarlarına yayılır. Vücudun bütün parçalarını kaplar. Sonra yapacağı felaketler saymakla bitmez ki… Bu durumda belki bir an kendine gelir, ağzındaki acıyı gidermek için su alırsın, ama çaresiz… Hiçbir fayda vermez. Çünkü o zehir vücuduna yayılmıştır…

Eğer ölçüleri iyi kullanıp tatlı meyvayı yeseydin, durum böyle olmazdı. Her halinde iyilik görünür ve bütün varlığın hoşlukta toplanırdı…

Hal malum… İkinci bir iş yapman lazım.Bu muhakkak bilinmelidir ki, ilinci sefer el atacağın acı meyva olmamalı. Eğer bir daha düşersen kalkman zor olur. Az önce anlattıklarım, birer birer felaket halinde başına çöker, kurtulamazsın.

İyilik timsali olan ağaçtan ve meyveden uzaklaşma. Onu bilmemezlikten gelme. Her yerde onu ara ve onunla olmaya bak. Ve daima onunla olmağa alış,hak ölçüleri elden bırakmamağa çabala…

(*) Hâdim: Hizmet edeni

Bir daha hatırlatmak lazım gelirse <hayır ve=”” şer=”” ilâhî=”” birer=”” fiildir.=””> Bunların faili , ilâhi kudret ve yürüten o kuvvettir. Asıl ki Allah-ü Taâla:

– “Allah, sizi ve yaptığınız işleri halk etti.”

Buyurur, Peygamber (S.A.) efendimiz de bu manaya işaret ederek şöyle buyurur:

Kulların yaptıkları iş, bizzat ilâhî kudretin eseridir. Yapılan işin ne olacağını Allah haber veriyor:

İşte bu durum, hâlikle mahlûK arasındaki farkı gösterir. Allah yaratır, kul iradesini kullanarak kesbeder.(*)

Cennet, Allah’ın sevdiği kullarına bir ihsanıdır, fazlıdır. Oraya bu ihsan ve fazılla girilir. Ayrıca dereceleri, dünyade yapılan iyi amellerle verilir.

Peygamber Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:

– < Hiç kimse ameli ile cenneti kazanamaz.>

Buna karşılık sahabe:

Diye sorunca, cevaben:

– <evet, ben=”” de;=”” ne=”” var=”” ki=”” allah=”” beni=”” rahmetine=”” garketmiştir.=””>

Buyurdu ve elini başı üzerine koydu. Bu Hadis-i Şerifi Hz. Aişe R.A rivayet etmiştir.

Sen, ilâhi emre uyduğun, kötü yollardan korktuğun müddet korkma, en doğrulukla Hakka teslim ol, şerden korunursun. Hayır ve fazilet seni bulur. Din ve dünya yönünden ilâhi bir muhafaza içinde olursun.

Dünyadaki kâlin şu ilâhi sözle anlatılır:

– “Böylece ondan kötülükleri geri çevirdik; çünkü o, bizim ihlas sahibi kullarımızdandı.

Dini bakımdan mahfuz olmak, yina şu ilâhi kelamla anlatılıyor:

– “Siz, Allah’a iman eder, ona şükredersiniz, neden size azap etsin? Allah şükredenleri, iman edenleri bilir.”

Şükreden bir müminin yanında bela ne arar. Çünkü afiyet ona beladan daha yakındır. O insan, her an iyilik görür ve iyiliği artar. Allah-ü Taâla şöyle buyuruyor:

– “Eğer şükrederseniz rahatınız artar.”

(*) Kesb: Çalışıp kazanmak.

İman nuru büyüktür; bu nur kıyamet günü cehennem ateşini söndürür. Dünya belası cehennem ateşi yanında hiçtir. O azim azap ateşini söndüren iman nuru dünya belasını nasıl yenmez. Kuvvetli bir iman sahibine bela yanaşmaz. Şu var ki; o belalı insan ilâhi cezbeye kapılan büyük bir veli ola… Elbette o aziz kulun başından bela eksik olmaz. Çünkü bu hal, onu dünyada kötülüklerden saklar.

Birçok bela çeşitleri vardır. İnsanın dünyevi sefahattan korunması için paradan yana nasipsiz olur. Şehevi arzuların ölmesi için, bazı zahirde nimet gibi görünen şeylerden mahrum olur. Halkın, sahte teveccühünden azad olması için, sevgilerini kazanamaz; çeşitli isimler takar, ondan hoşlanmazlar.

Bu hal dışında bir felaket gibi görülür; fakat değildir. O bilir ki; her önüne gelen insanla sohbet, onların sahte sevgisini kazanmak, onlarla geceli gündüzlü oturup bir manevi zarardır.

Manen yükselmeğe namzed olan büyük insanlar, sayılan belalara duçardır; fakat onlar için bu bela değil bir rahmettir.

Bu, zahirde bir bela gibi görünen ilahi rahmet sayesinde kalb temiz olur. Hak’kın tevhidinden başka bir şey kalmaz. Kalb, yalnız marifet-i İlâhiyenin yeri, ilâhi ilim ve feyzin kaynağıdır. Nura kavuşmak, Hakka ermek ve O’na kurbiyetin yolu oradan geçer.

Bu kalb tek şey için yaratılmıştır; ikincisi sığmaz. Âyet;

– “Allah, iki kalbe sahip bir kişi yaratmamıştır.”

Bir kalbde iki sevgi yaşayamaz.

– “Padişahlar bir beldeye girince orayı darmadağın ederler. Eşrafını zelil ederler.”

İşte bu sebeptendir ki; İlâhi sevginin girdiği yerde başkalarının işi kalmaz. Başkasının sözü geçtiği yerde ise ilâhi feyz olmaz. Kalbinden kötülükleri at; göreceksin ki, ilâhi feyz her yanını sarmış…

Kalbindeki sevgi, şeytan, nefis ve şahsi arzular olunca olunca senden iyi hareket çıkmaz. Her hareketin isyan, boş ve lüzumsuz şeyler olur. Çünkü senin efendin şeytan olmuştur. Ama kalbinde İlâhi sevgi yer tutunca o zaman göreceksin ki, her kötülük kendiliğinden yok oluyor. Zaten kalb yalnız ilâhi tevhid ve ilâhi marifet için yaratılmıştır, daha sonra bir şey eklemek icap ederse; Kalb, içinde Allah sevgisi yaşadıkça kalb’dir… İlâhi feyzin süre insan için faydalıdır.

İşte anlatılanlar ve hadiseler gösteriyor ki, ilâhi rahmete erişmek için her maddi varlıktan ve sevgiden kalbi temiz tutmak gerek. Bu temizlik kolay olmaz; bir çok belalar ve felaketler insanı sarar.

Her hangi bir felaket karşısında insan, azmini kaybetmeyecek. Çünkü o bir nevi nimettir. İyi düşünülürse, belanın en büyüğü Peygamberlere ve onların yakınlarına, daha sonra sırasıyla olmuştur. Bu durumu Peygamber S.A Efendimiz şöyle haber verir:

– “Biz Peygamberler zümresi, diğer insanlara nazaran belanınen büyüğünü yüklenmişiz. Daha sonra sırası ile….”

– “Allah’ı en çok ben bilirim ve O’ndan ençok korkarım.”

İkinci Hadis-i Şerif’de, büyük bir manaya işaret vardır. Sultana yakınlık hasıl olunca, o nisbette korku ve çekinme çoğalır. Sebebi: Padişahın gözü önündedir, hiçbir hareketi onun gözünden kaçmaz. En küçük hatası dahi görülür ve ona göre ceza çeker.

Burada şöyle bir soru akla gelir:

– “İnsanlar Allah’a göre tek şahıs hükmündedir. Hiçbir hareket ondan gizli değildir. O halde: “ Padişaha yakın olana ayrı ceza verilir şeklindeki cümlenin manası nedir?”

Biz buna cevap olarak deriz ki:

– “Derece yükseldikçe, rütbe büyüdükçe hatalar gözle görülür; çünkü insan hata işlemeğe daima meyyaldir. Bu halde, verilmiş olan nimetlerin en ufağını dahi azımsayan, büyük hatalı sayılır. Daima şükretmek her kula vazifedir ama, o seçilmiş kul için en büyük vazifedir. Bu arada şunu da söylemek caizdir: Bir veli ve bir Allah dostu için, azıcık ibadetten yaya kalma büyük bir hatadır; kullukta noksandır. Allah-ü Taâla bu durumu şöyle anlatır:

– “Ey peygamberlerin hanımları sizden her hanginiz bir hata yaparsa, diğer hanımlara nazaran cezası iki misli olur.”

İşte görülüyor ki, derece farkı mevcuttur. Bu sebepten Allah-ü Taâla peygamberin zevceleri ile diğerlerini ayırıyor. Hal böyle olunca, Allah’ın rahmet ve feyzine vasıl olanların ayrı durumunu takdir kolay olur:

Allah-ü Taâla bütün benzerliklerden beridir. Halktan O’na bir şey benzemez. İşiten ve gören O’dur. Doğru yola Allah hidayet eder.

Şeytana Yardımcı Olmayın

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 90-91)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İçki, günahların her çeşidini bir araya toplayan bir haramdır.” (Vâkıdî, III, 1016)

Bir defasında Peygamber Efendimiz’e içki içmiş birini getirdiler. Rasûlullah (sav) orada bulunanlara, adamın hak ettiği cezayı uygulamalarını söyledi. Bir müddet sonra oradakilerden biri suçluya:

“–Allah seni rezil etsin, kahretsin!” diye söylendi.

Bunun üzerine Rasûlullah (sav):

“–Hayır, öyle demeyiniz, onun aleyhinde böyle şeyler söyleyip de şeytana yardımcı olmayınız!” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4; Ebû Dâvûd, Hudûd, 35, 36)

Cezası verildikten sonra ashâb-ı kirâm, aklını başına alması için günahkârı:

“–Allah’tan sakınmadın mı? Allah’tan korkmadın mı? Peygamber Efendimiz’den utanmadın mı?” diye azarladıktan sonra gönderdiler. Merhamet ummânı Efendimiz (sav), o gittikten sonra ashâbına:

“-Allah’ım, onu mağfiret eyle, Allah’ım, ona rahmet ve merhamet eyle…» diye dua ediniz!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Hudûd, 35/4478)
Burada Allah Rasûlü’nün ümmetine olan merhametini müşâhade etmekteyiz. Zâten haramları yasaklaması da onlara olan merhametinden değil midir? (Dr. Murat Kaya, Efendimizden Hayat Ölçüleri, Erkam Yay.)

Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Basîr: Her şeyi gören, her şeyin hakîkatini gören, bilen, hiçbir şey Kendisinden saklanamayan, yapılanları tek tek zaptedip muhafaza eden demektir.

Günün nasihati
İçki, hem fert hem de toplum için büyük bir fesat sebebidir. İçki içmek aklî melekelere menfî yönde tesir eder. Oysaki dünya ve âhirete yönelik bütün maslahatlar ancak akılla gerçekleşir. Akıl gidince insan, akla hayâle gelmez günahlara dalar.

Şeytana Yardımcı Olmayın

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 90-91)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İçki, günahların her çeşidini bir araya toplayan bir haramdır.” (Vâkıdî, III, 1016)

Bir defasında Peygamber Efendimiz’e içki içmiş birini getirdiler. Rasûlullah (sav) orada bulunanlara, adamın hak ettiği cezayı uygulamalarını söyledi. Bir müddet sonra oradakilerden biri suçluya:

“–Allah seni rezil etsin, kahretsin!” diye söylendi.

Bunun üzerine Rasûlullah (sav):

“–Hayır, öyle demeyiniz, onun aleyhinde böyle şeyler söyleyip de şeytana yardımcı olmayınız!” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4; Ebû Dâvûd, Hudûd, 35, 36)

Cezası verildikten sonra ashâb-ı kirâm, aklını başına alması için günahkârı:

“–Allah’tan sakınmadın mı? Allah’tan korkmadın mı? Peygamber Efendimiz’den utanmadın mı?” diye azarladıktan sonra gönderdiler. Merhamet ummânı Efendimiz (sav), o gittikten sonra ashâbına:

“-Allah’ım, onu mağfiret eyle, Allah’ım, ona rahmet ve merhamet eyle…» diye dua ediniz!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Hudûd, 35/4478)
Burada Allah Rasûlü’nün ümmetine olan merhametini müşâhade etmekteyiz. Zâten haramları yasaklaması da onlara olan merhametinden değil midir? (Dr. Murat Kaya, Efendimizden Hayat Ölçüleri, Erkam Yay.)

Her Güne Bir Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Basîr: Her şeyi gören, her şeyin hakîkatini gören, bilen, hiçbir şey Kendisinden saklanamayan, yapılanları tek tek zaptedip muhafaza eden demektir.

Günün nasihati
İçki, hem fert hem de toplum için büyük bir fesat sebebidir. İçki içmek aklî melekelere menfî yönde tesir eder. Oysaki dünya ve âhirete yönelik bütün maslahatlar ancak akılla gerçekleşir. Akıl gidince insan, akla hayâle gelmez günahlara dalar.

Aşk Pınarından Abdest Al

 

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi, başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.” (Mâide, 6)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Her kim namaz kılmak amacıyla abdest almaya kalkar da ellerini yıkarsa, ilk damlayla beraber elleriyle yaptığı günahlar akar gider. Ağzına su verip çalkaladığında diliyle ve dudaklarıyla işlediği günahlar ilk damlayla beraber akar gider. Yüzünü, dirseklere kadar ellerini ve topuklara kadar ayaklarını yıkadığı zaman da onlarla yaptığı her günahtan kurtulur. Annesinden doğduğu gün gibi tertemiz olur.” (Müslim, Tahâret 32; Nesâî, Tahâret 58; İbn Mâce, Tahâret 6)

Peygamberimiz (sav) Mekke fethinde tek abdestle beş vakit namaz kıldı. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): “Daha önce yapmadığın şeyi yaptın” dedi. Efendimiz (as): “Kasten yaptım ey Ömer.” diye karşılık verdi. Rasûlullah (sav) her namaz için abdesti yenilemenin müstehab olmakla birlikte bunun da câiz olduğunu göstermek için böyle yapmıştır.

Bir hadiste Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kim temiz (abdestli) olduğu halde yine de abdest alırsa Allah ona on hasene yazar.” (Ebû Dâvud, Tehâret 32;) Abdest yenilemenin bâtının nurlandırılmasında açık bir etkisi vardır.

Bazı ehlullah, nefsin galebesi ve şeytanın tasarrufu ortaya çıktığı için gıybet, yalan ve öfke meydana geldiğinde abdest alırlardı. Abdest, nefsin ve şeytanın karanlıklarını (zulmetlerini) dağıtan bir nurdur. Onlar, her farz namaz için abdest yenilemeyi terk etmezlerdi.
Sürekli temizlik rızkın artmasına sebeptir. Rasûlullah (sav): “Temizliğe devâm et ki rızkın artsın.” buyurmuştur. (Kenzü’l-ummâl, XVI, 128)

Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Hâlık: Her şeyi yoktan var eden, yaratan, yarattığı her şeyin bütün ayrıntılarını bilen ve mahlûkuna takdir ettiği ömür içerisinde, onun göreceği her hâli, hadiseyi tespit ve tayin eden demektir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi tevbe edenlerden, temizlenenlerden, kendilerine nîmet verilen salih kullarından ve kendileri için korku ve hüzün olmayanlardan eylesin! Amin.

İlim Yuvası Olarak Mescid-i Nebevi

 

 

 Zeynep ÖNDER –

“Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik.” (Bakara 2/151)

Allah (cc) inançta, ahlâkî yaşayışta, nizam ve hukukta apaçık bir dalalet içinde olan cahiliye toplumuna kendi içlerinden bir peygamber göndermekle onlara büyük bir ihsan ve lütufta bulunmuştur. Âyetin ifadesine göre Resûlullah (sas)’ın aslî vazifesi insanları eğitmektir. Kendisi (sas) “Ben gerçekten muallim olarak gönderildim.”[1], “Allah, beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil; lakin muallim ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.”[2] demek suretiyle bu durumu izah etmiştir.

Peygamberimiz, bu eğitim sürecinde Kur’an’a sımsıkı sarılmış (Zuhruf 43/43), Allah’tan aldığı vahyi sadece tebliğ etmekle kalmamış, muhataplarının içlerine işleyecek ve ruhlarına tesir edecek şekilde kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti[3] anlatmıştır. Bu anlatış örnek yaşayışla, yüce bir ahlâkı temsil edişle olmuştur. Bu temsil edişte de ana gaye âyette ifade edildiği gibi kişileri kötülüklerden arındırmaktır.

Hz. Muhammed, Allah’ın nimetlerinden bahsetmenin şükür olduğunu[4] söylemiş, kendisini “en iyi şükreden” kimselerden kılması için Rabbine hep dua etmiştir.[5] O’na bahşedilen en büyük nimet şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’di. Şükrünü eda edebilmek için tüm samimiyetiyle tebliğ vazifesini en zor şartlar altında yerine getirmiş; müşriklerin alaya alışları, hakaretleri ve işkenceleri O’nu davasından asla döndürememiştir. Kendisine yapılan baskı ve hakaretlere rağmen zaman zaman Mescid-i Haram’da namaz kılmış, bir keresinde müşriklerin önde gelenlerinden Ebû Muayt oğlu Ukbe namaz kılan Peygamberimizi, elbisesini boynuna dolayarak boğmaya kalkışmıştır. O günlerde Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi mescid haline getirilmiş, Peygamberimiz orada hem namaz kılmış hem de sohbet ederek Ashâb-ı Kirâmı’nı eğitmiştir.

Müslümanlar, inançlarının gereğini özgürce yerine getiremiyorlardı. Eziyet ve işkenceler de had safhaya ulaşmasıyla Mekke’den Medine’ye hicret başlamıştı. Peygamberimiz Medine’ye varınca ilk iş olarak Mescid-i Nebevi’yi inşa etmiş ve yapımında bizzat kendisi de çalışmıştı. Peygamberimiz kerpiç ve taş taşırken şöyle diyordu:

“Gerçek hayat sadece âhiret hayatı.

            Affet Allah’ım muhacirleri ve ensarı!”

Efendimizin (sas) bu sözleri sahabenin gayretini kamçılıyor, hatta biri şu mısraları okuyordu:

“Eğer Peygamber çalışır da oturursak biz,

            Demek olur ki yanlış bir amel işlemişiz.”[6]

 

İlim ve İrfan Yuvası

İslâm’ın ilk müessesesi olan Mescid-i Nebevi ibadetlerin yapıldığı mâbed, siyasi meselelerin görüşüldüğü istişare meclisi, davaların görüldüğü mahkeme salonu, ordu karargâhı, tıbbi birtakım müdahale ve tedavilerin yapıldığı hastane, gelen heyetlerin karşılandığı bir misafirhane olarak önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Ama onun en önemli özelliği mescidin arka tarafındaki Suffa ve Peygamberimizin (sas) mescitte oluşturduğu sohbet halkaları ile bir ilim merkezi olmasıdır.

Hz. Peygamber zamanında Mescid-i Nebevi sadece beş vakit namaz ve Cuma namazının kılındığı bir mâbed değildi. Bunun ötesinde tevhid ikliminde İslâm esaslarının gönüllere nakşedildiği, ahlâkî değerlerle ruhlarda dönüşümün yaşandığı bir ilim ve irfan yuvasıydı. Her biri gökteki yıldızlar gibi olan sahabe nesli, Peygamberimizin buradaki sohbetleriyle yetişmiş ve O’nun vefatından sonra da İslâm’ı, Arap yarımadasının dışına taşımıştır.

Peygamberimiz sabah namazını ashabıyla birlikte mescidde kılar, hemen evine gitmez, kuşluk vaktine kadar orada oturur, sohbet ederdi. İşi olmayan Müslümanlar da sohbet halkaları oluşturur, kendi aralarında sohbet ederlerdi. Bu sohbetlerde şiir söylenir,  cahiliye döneminde yaşanan olayları anlatılır, konu hakkında değerlendirmeler yapılır, İslâm’ın esasları ve ahlâki değerleri hakkında bilgiler verilirdi. Kimi zaman da Resûlullah (sas) “İçinizden bu gece rüya gören var mı?” diye sorar, anlatılan rüyaları yorumlayarak söze başlardı. Cemaatin içinden rüya gören kimse çıkmazsa kendi rüyasını anlatır, yorumunu yapardı. Sahabeden Semüre b. Cündüb Hz. Peygamber’in âhiret âlemiyle ilgili uzunca bir rüyasını anlattığını sonra da yorumladığını nakleder.[7] Peygamberimiz rüya anlatarak dikkatleri canlı tutmuş, bu yolla birçok hakikati anlatarak mesajını iletmiştir.

Hz. Peygamber’in konuşmaları gayet açık seçik, tane tane, dinleyen herkesin rahatlıkla anlayabileceği nitelikte idi. Kendisi acele ile konuşmaz, kulağa hoş gelecek şekilde akıcı konuşur, dinleyenler sözünü hemen ezberleyebilirdi.[8] Hz. Peygamber çok sık olmamakla birlikte ashabına uzun sohbetler yapardı. Böyle bir sohbeti Ebû Zeyd Amr b. Ahtab el-Ensârî (ra) şöyle anlatıyor:

“Resûlullah (sas) bir gün bize sabah namazını kıldırdıktan sonra öğleye kadar konuşma yaptı. Sonra minberden inip öğle namazını kıldırdı. Öğle namazından sonra da ikindiye kadar konuştu. İkindi namazını kıldırdıktan sonra tekrar minbere çıktı, akşama kadar konuştu. Yaptığı bu konuşmalarda olacak olan her şeyi bize anlattı. Bu konuşmalardan en çok şeyi öğrenenlerimiz, hafızası en kuvvetli olanlarımız oldu.”[9]

 

Rabbim İlmimi Artır

Peygamberimiz “Rabbim ilmimi artır.” (Taha 20/114) diye dua etmiş, dualarında hep faydalı ilmi istemiş, faydasız ilimden ise Allah’a sığınmıştır.[10] Ashabına da bunu tavsiye etmiş, ilim taleb eden kimsenin bu talebinin geçmiş günahlarına kefaret olacağı müjdesini de vermiştir.[11]

Bir gün Hz. Muhammed (sas) mescide geldiğinde iki grup görür. Bir kısmı Kur’ân-ı Kerim okuyup yüce Allah’a dua etmekte; diğer kısmı da ilim öğrenip öğretmekle meşguldür. Onlara: “Her iki grup da iyi şeylerle meşguller; şu kadar var ki Allah’tan bir şey talep edip dua edenlere o şeyi verip vermemek tamamen O’na ait bir keyfiyettir. Hâlbuki diğer gruptakiler ilim elde ediyorlar ve böylece cehaleti savıp kovuyorlar. Bana gelince, ben muallim olarak gönderildim.” demiş, sonra da ilim öğrenmekle meşgul olanların arasına katılıp oturmuştur.[12]

Bu rivayetten anlıyoruz ki sahabeler ilme önem vermiş, mescidde müzakereler yaparak birbirlerinden istifade etmişlerdir. Öğrenmeye son derece hevesli olan sahabe, Peygamberimizin tatlı sohbetlerinden bir şey kaçırmak istememiş; meşguliyetleri sebebiyle gündüz namazlarına katılamayanlar, akşam ve yatsı namazına katılarak, gündüz yapılan sohbetlerde nelerden bahsedildiğini dinleyenlerden öğrenmişlerdir. Evi mescide uzak olanlar da nöbetleşe mescide gider ve öğrendiklerini birbirlerine anlatmışlardır.[13] Sahabe Peygamberimizin anlattıklarını, öğretmek için dinler ve dünya meşgalelerini, öğrenmeye bahane olarak görüp manevî atmosferden uzaklaşmazdı.

 

Bilgisizliğin Şifası Sormaktır

Bilgisizliğin şifası sormaktır. Bunu bilen Peygamberimiz (sas), mescidde iken kendisine sorulan sorulara cevap vermiş; bazen de soru sorana iltifat ederek onu yüreklendirmiştir. Soru soran kişi öğrenmeye istekli ve hazır durumdadır. Bunun için Peygamberimiz sorulan soruları geçiştirmeyerek tatmin edici cevaplar vermiş; bazen de aynı soruya farklı cevaplar vererek muhatabı tanımanın önemini bizlere göstermiştir. Bir gün Cuma hutbesi irâd ederken bir zat gelerek İslâm hakkında bilgi istemiş, bunun üzerine Resûlullah, hutbeyi yarım bırakarak inmiş, adamla meşgul olmuş, yeterince tebliğde bulunduktan sonra dönerek minbere çıkmış ve hutbesine kaldığı yerden devam etmişti.[14]

 

Hanımlar da…

İlim öğrenmek erkek ve kadın her Müslüman’a farzdır.[15] Resûllulah (sas) zamanında ilmin tahsil edildiği yer olan mescitlerden kadınların uzak tutulmadığını ve onların beş vakit namaz, Cuma namazı ve bayram namazlarına iştirak ettiklerini görüyoruz. Peygamberimiz bu hususta sahabeye şöyle tavsiyede bulunuyordu: “Allah’ın hanım kullarını, Allah’ın mescitlerinden men etmeyiniz.”[16] Hanımlar da Peygamberimizin namazlardan sonra yaptığı sohbetlerden, Cuma ve bayram hutbelerinden çok şeyler öğreniyorlardı. Hanım sahâbîlerden Ümmü Hişam bint Hârise bize şu bilgiyi veriyor: “Ben Kâf sûresini Cuma namazlarında Hz. Peygamber’den öğrendim. Çünkü O, her Cuma günü minberde Kâf suresini okurdu.”[17]

İlim öğrenmede sevgi, samimiyet, ilgi ve dikkat çok önemlidir. Bu vasıfları taşıyan hanım sahâbîler de Peygamberimizden şöyle bir talepte bulunarak: “Ey Allah’ın elçisi, sözlerinizi iyice dinleyip anlamak için erkeklerden bize meydan kalmıyor. Kendiliğinizden bize bir gün ayırınız.” dediler. Peygamberimiz de onlara bir gün tayin etti. Kadınlar, o gün Hz. Peygamber’in huzuruna geldiler. O da kendilerine vaaz verdi, nasihat etti, yapmaları gereken şeyleri emretti. Onlar da sorular sorarak bilgilendiler.[18]

Peygamberimiz (sas) sohbetlerinde ilgi ve dikkatin sürekliliğini sağlamak için konuşmalarına duygularını katarak yaşar gibi anlatmış, jest ve mimiklerini kullanmış, misaller ve hikâyelerle konuşmalarını zenginleştirmiştir. Sahabe de Peygamberimizin anlattıklarını içselleştirmek ve öğretmek için O’nu pürdikkat ve kalp huzuruyla dinlemiştir. Kendileri bu durumlarını şöyle tasvir ediyorlar: “Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek zannederdik.” [19]

 
Peygamberimizin Mirası

Peygamberimizin bizlere mirası Kur’ân-ı Kerim ve sünnettir. Bu iki değerin öğretilmesinde camilerden istifade etmeli, oraları şenlendirmeliyiz. İnsanların dünyaya fazlaca daldığını gören Ebû Hureyre (ra) bir gün çarşıya giderek onlara:

-Niçin böyle tembellik ediyorsunuz? diye seslendi. Orada bulunanlar bu söze anlam veremediler.

            -Niçin böyle söylüyorsun? diye sordular.

            -Mescitte Allah Resûlü’nün mirası dağıtılıyor, siz hâlâ burada duruyorsunuz. Gidip payınıza düşeni almayacak mısınız? Hemen mescide koşan esnaf, bir süre sonra geri döndü:

            -Ey Ebû Hureyre! Mescide gidip her tarafına baktık ama bir şey dağıtıldığını görmedik.

            – Mescitte kimseyi görmediniz mi?

            -Bazı kişiler namaz kılıyor, bazıları Kur’an okuyor, bazısı da helal ve haramı öğreniyordu.

            -Yazık hâlâ anlamadınız mı? İşte o, Allah Resûlü’nün (sas) mirasıdır, dedi.[20]

[1] İbn Mâce, Mukaddime 17.

[2] Müslim, Talak 4.

[3] Hikmet belli başlı şu anlamlara gelmektedir: Derin ve yararlı bilgi, ilim, irfan, helal ve haramın öğretilmesi, yumuşak kalplilik, nazik davranış, salih amel, sünnet.

[4] Ahmet b. Hanbel IV,  278.

[5] Ahmed b. Hanbel II, 311.

[6] Safiyyurrahman Mübarek Fûri, Peygamberimizin Hayatı ve Daveti, s.187.

[7] Buhârî, Ta’bir 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 8-9.

[8] Ebû Dâvûd, İlim 7; Edeb 18.

[9] Hâkim, el-Müstedrek, IV, 487.

[10] İbn Mâce, Mukaddime 23; Dua 2-3.

[11]Tirmizî, İlim 2.

[12]İbn Mâce, Mukaddime 17.

[13] Buhârî, İlim 27, Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 33.

[14] Müslim, Cuma 60.

[15] Mişkâtü’l- Mesâbih, I, 233.

[16] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 76; Buhârî, Cuma 13.

[17] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 436; Müslim, Cuma 51.

[18]  Buhârî, İlim 36.

[19] Ebû Dâvûd, Sünnet 23.

[20] Heysemi, Mecma’uz-Zevâid, 1/123.

En Şerli Kazanç!

 

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. Kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının! Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Âl-i İmrân, 130-132)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak! Kişi doğrudan yemese bile ona tozundan bulaşacak.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3331. Ayrıca bkz. Nesâî, Büyû’, 2/4452; İbn-i Mâce Ticârât, 58)

Peygamber Efendimiz’in faize yardımcı olan herkese lânet etmesi, İslâm toplumunda faizciliğe hiç yer olmadığını, kimsenin ona bulaşmaması gerektiğini en açık bir şekilde anlatmak ve bütün kötülük ve fesat kapılarını kapatmak içindir. Rasûlullah (sav) faiz konusunda o kadar titiz davranmıştır ki, en ufak bir boşluk bırakmamış ve bu konudaki ölçüleri son derece hassas bir şekilde ortaya koymuştur. Meselâ şu hadis-i şeriflere bakalım:

“Kim bir kimseye aracı olur, o da buna karşı bir hediye verirse, hediyeyi kabul ettiği taktirde, faiz kapılarından büyük bir kapıya girmiş olur (yaptığı hayrın ecrini zâyi eder).” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 82/3541)

“Biriniz, kardeşine ödünç para verir de ödünç alan kimse, ona bir şey hediye ederse, kabûl etmesin veya bineğine bindirmek isterse ona binmesin. Ancak daha evvel aralarında hediyeleşmek ve yardımlaşmak cârî ise bu müstesna.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Demek ki faiz konusunda son derece hassas davranarak şüpheli şeylerden bile uzak durmak îcâb eder. Nitekim Hz. Ömer (ra) şöyle der:
“Kur’ân’dan en son nâzil olan (âyetlerden biri), ribâ/faiz hakkındaki âyettir. Binaenaleyh siz, faizi de faiz şüphesi olanı şeyi de (ribâyı da rîbeyi) terk ediniz.” (İbn-i Mâce, Ticârât, 58)

 Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Müzill: Zillete düşüren, hor ve hakir kılan, rezil ve perişan eden demektir.

Peygamber Efendimiz’in nazarında kazançların en şerlisi faizle elde edilen maldır.

Mümin Yalancı Olmaz!

 

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 17-18)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Yazıklar olsun o kimseye ki, konuşur da insanları güldürmek için yalan söyler! Yazıklar olsun ona, yazıklar olsun ona!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 80/4990; Tirmizî, Zühd, 10/2315)

Safvân bin Süleym (r.a) anlatıyor:

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e:

“–Mü’min korkak olabilir mi?” diye soruldu.

“–Evet, olabilir!” buyurdu.

“–Mü’min cimri olabilir mi?” diye soruldu.

Allah Rasûlü (s.a.v) yine:

“–Evet, olabilir!” buyurdu.

“–Pekâlâ mü’min yalancı olabilir mi?” diye soruldu.

Rasûlullah (s.a.v) bu sefer:
“–Hayır, aslâ!” buyurdu. (Muvatta’, Kelam, 19; Beyhakî, Şuab, IV, 207)

Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)
el-Muızz: Üstün kılan, izzet ve şeref veren demektir.

Beşeriyet için en zararlı günahlardan biri de yalandır. Yalan rûhu çürüten mânevî bir hastalıktır. Kıyâmet günü insanın aleyhine en büyük delil olarak çıkacaktır.

Rahmet Peygamberinin Mucizesi

 

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“O’na Rabbinden mûcizeler indirilseydi ya! dediler. De ki: Mûcizeler ancak Allah katındadır, ben ise sadece açık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunup duran kitabı Sana indirmiş olmamız onlara (mûcize olarak) yetmez mi? Elbette îmân eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır.” (Ankebût, 50-51)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Gönderilen her peygambere, insanların hidâyetine vesîle olacak bir mûcize muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allâh’ın bana vahyettiği kelâm nev’inden olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple kıyâmet günü ümmetimin diğer ümmetlerden sayıca daha çok olmasını ümîd ediyorum.” (Buhârî, İ’tisam 1, Fedâilü’l-Kur’ân 1; Müslim, Îmân, 279)

Cenâb-ı Hak, kullarını hidâyete ulaştırmak için onlara lutfettiği birtakım üstün vasıflara ilâveten, bir de aralarından müstesnâ yaratılışlı sâlih insanları rehber olarak vazîfelendirmiştir. Böyle sâlih kimselerin vahiyle ikrâm edilmiş olanları, peygamberlerdir.

Rabbimizin insanlığa müstesnâ bir yardımını ifâde eden peygamber gönderme keyfiyeti, bütün insanlığı şümûlüne alabilmesi için Hz. Âdem (as) ile başlamıştır. Hz. Âdem, hem ilk insan hem de ilk peygamberdir.
Zamanla insanlar tarafından bozulan ilâhî vahyin muhtevâsını, yeni bir peygamber gönderip ictimâî gelişmeye uygun birtakım hükümlerin ilâvesiyle tekrar teblîğ etmek, Cenâb-ı Hakk’ın âdetidir. Bu keyfiyet, Âdem (as)’dan son peygamber Hz.Muhammed Mustafâ (sav)’e kadar hep bu minvâl üzere devâm etmiştir. (Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, Erkam Yay.)

Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Alîm: Her şeyi bilen, hakkıyla bilendir. Allah-ü Teâlâ’ya nisbet edildiğinde, zaman ve mekân kaydı olmaksızın, olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri; küçük-büyük, gizli-âşikâr her şeyi ve her hadiseyi bilen demektir.

Kur’an’ı okumak, anlamak ve onun üzerinde yoğunlaşarak hakkıyla idrak edebilenlerden olabilmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasip eylesin. Amin!

Affedici Ol!

 

 

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz çevir.” (A’raf, 199)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108)

Affın en güzel misalleri, Rasûlullah (sav) Efendimiz’in hayatındadır. O, Uhud Harbi’nde amcası Hz. Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind’i, Mekke’nin fethi günü kelime-i tevhîdin şânı hürmetine affetti.

Kızı Zeyneb (ranha)’yı mızrağıyla vurarak deveden düşürüp şehâdetine sebep olan azılı İslâm düşmanı Hebbâr bin Esved’i de imân etmesi üzerine affetti. Hatta önceden yaptıklarını hatırlatarak ona tarizde bulunmayı bile yasakladı. (Vâkıdî, II, 857-858)

Allah Rasûlü (sav) şahsına karşı işlenen suçları hiç tereddütsüz affederdi. Lakin umûma karşı işlenen suçlarda, hak ve adâlet yerini buluncaya kadar, O’nu kimse sakinleştiremezdi. Zira affetmek, affedenin şahsına karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Şayet bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman toplumun hakkını korumak gerekir. Zira böyle bir suçlu affedildiğinde, daha büyük haksızlıklara yol açılacağı muhakkaktır. (Osman Nuri Topbaş, Hakka Adanmış Gençlik, Erkam Yay.)

 Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Adl: Çok adil olan, asla zulmetmeyen, kullarına da âdil olmayı, adaletle davranmayı emreden demektir.

İnsanların hatalarını affetmek ve kusurlarını örtmek, hem zor hem de son derece mühim bir vasıftır. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, iman ve ahlakın kemaline işaret eder.

Hiç Şikâyet Etme!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ, 35)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Allah bir kulu sevince onu imtihan eder, eğer sabrederse onu seçer, eğer rızâ gösterirse onu tercih eder, beğenir.” (Münâvî, I, 246.)

İmam Kuşeyrî (ks) şöyle der: Hastalığının çok arttığı, ömrünün son demlerinde olduğu bir zamanda Üstad Ebû Ali Dekkak’ı şöyle derken duydum: “Hüküm (ölüm) zamanlarında tevhîdi korumak Allâh’ın te’yidinin alâmetlerindendir.” Sonra içerisinde bulunduğu durumu yorumlayarak şöyle dedi: “Bu, hükümleri yerine getirme husûsunda seni kudret makaslarıyla parça parça doğraması, senin ise sâkin ve sessiz olmandır.”

Kula gereken, içerisinde nimet bulunduğu için belâya hamdetmektir. Eğer nimeti kaçırırsa sabretmektir. Bunların her ikisi de ubûbiyyet (kulluk) yollarındandır. Nefsine şefkatten iler gelen tasaya arka çıkarsa, bu ona hevâsının galip gelmesinden dolayıdır. (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân-12, Erkam Yay.)

 Esma-ül Hüsna (Allah’ın En Güzel İsimleri)

el-Hâdî: Kullarının rubûbiyetlerini ikrâr etmeleri için onlara marifetullah yolunu öğreten, lütufla ve güzellikle yol gösteren, hayra erdiren, murâda yaklaştıran, doğru yola davet eden, her mahluku, bekâsı ve vücudunun idâmesi hususunda gerekli olan hususlara yönelten demektir.

Belâ, rubûbiyyetin mutlak hâkimiyetini hissettirmektedir. Bunu anla! Allah bizi işin hakîkatini elde etmeye ve her halde hamd ve sabır makamında karar kılmaya muvaffak eylesin!